"Bu evrende karmaşa yoktur. Başına gelen ve gelebilecek olan her şeyin bir amacı var. Sana söylediğim şeyi hatırla John. Her tecrübe dersler içerir. Önemsiz şeyleri büyütmeyi bırak. Yaşamının tadını çıkar"
Ferrari'sini Satan Bilge - Robin Sharma
27 Aralık 2012 Perşembe
Tecrübe
Etiketler:
ders,
evren,
Ferrari'sini Satan Bilge,
önemsiz şeyler,
robin sharma,
tecrübe
Gerçekten önemli mi?
Olumsuz bir tutum içine gireceğinizi hissettiğiniz an kendinize sorun:
"Gerçekten önemli mi?" Bu soru daha hoş bir ev ortamı yaratmada büyüsel bir işleve sahiptir. Büroda da geçerlidir. Eve giderken trafikte birisi aniden önünüze geçtiğinde de.
Bu soru, hayatta tartışma yaratmaya açık tüm durumlarda işinize yarar.
Dr. David J.Schwartz - Büyük Düşünmenin Büyüsü
"Gerçekten önemli mi?" Bu soru daha hoş bir ev ortamı yaratmada büyüsel bir işleve sahiptir. Büroda da geçerlidir. Eve giderken trafikte birisi aniden önünüze geçtiğinde de.
Bu soru, hayatta tartışma yaratmaya açık tüm durumlarda işinize yarar.
Dr. David J.Schwartz - Büyük Düşünmenin Büyüsü
Etiketler:
büyük düşünmek,
büyük düşünmenin büyüsü,
kişisel gelişim,
negatif düşünce,
olumsuz,
olumsuz düşünce,
tutum
Hasta
Ruhsal şifada, hasta hastalığın kurbanı olarak görülmez. Onun davranışı, tutumu ve yaşam biçimi hastalığın desteklenip beslenmesinde önemli etkenler olarak görülür. Sonuç olarak, hasta kendi şifasında daima bir merkezi figür, bir baş aktör gibi kabul edilir ve ruhsal şifada hasta, pasif kalmaktan çok aktif olmaya davet edilir. Hastalığın şifa bulmasından nihai olarak o sorumludur.
Ruhsal
şifa, diğer şifa şekillerinin ( allopatik, homeopatik, şiropratik vb. ) aksine,
şifacının şifa enerjisini direkt olarak hastasına kanalize etme yeteneğine,
hastanın ise o enerjiyi kendi şifası için kullanma yeteneğine dayanır. Bu,
büyük ölçüde, bütün insanların içinde uyuklar halde bulunan yeteneklerini
kullanan bilinç-dışı bir süreçtir. Bugün tıp bilimi bedenin kendi kendini
şifalandırabilmesi için insan bedenindeki koşulları değiştirmeyi öngörür, fakat
şifanın ne olduğunu ve şifa gücünün nereden kaynaklandığını bilmez. Şifa,
belirtilerin giderilmesinden ya da fiziksel sağlığın iadesinden çok daha öte
bir şeydir; bu yeniden denge ve uyum haline dönüştür. Tüm varlık sağlık, iç ve
dış çevresi ile tümüyle uyum içinde olmadıkça tam bir iyilik sağlanmaz.
Keith Sherwood –Ruhsal Şifa Teknikleri
allopati: Hipokrat tıbbının temel ilkelerinden biri. Bu ilkeye göre karşıt karşıtı iyileştirir.
homeopati: Homeopati eski yunancadan gelir ve homeos (= benzer) ile pathos ( = acı çekmek, hastalık) kelimelerinden oluşur. Homeopati hastalığı değil, hastayı tedavi eder. Hastanın bozulan doğal dengesi tekrar eski haline getirilir. "Vücutta oluşan hastalıkların en iyi tedavi edicisi yine kendisidir" prensibine bağlıdır.
şiropati: Manuel fizyoterapi, elle kas-iskelet rahatsızlıklarını tedavi etmek...
Etiketler:
denge,
hasta,
ruhsal şifa,
ruhsal şifa teknikleri,
şifa gücü,
uyum
25 Aralık 2012 Salı
İlişkilerin Tıbbi Değeri
İnsan
sağlığını tehlikeye atan etkenler listesine sessizliğin sesini; koruyan
etkenler listesine ise yakın duygusal bağları ekleyin. Yirmi yılı aşkın bir
süredir otuz yedi binden fazla insan
üzerinde yapılan incelemelerde, sosyal tecrit halinin –özel duygularını
paylaşacak ya da yakın temasta olduğumuz kimsenin bulunmadığı hissinin –hastalık
ya da ölüm olasılığını ikiye katladığı görülmüştür. 1987 yılında yapılan
Science’ta yayınlanan bir araştırma raporunda, tecrit halinin tek başına , “ölüm
oranları söz konusu olduğunda sigara içmek kadar önemli” olduğu sonucuna
varılıyor. Aslında sigara içmek ölüm riskini 1.6 oranında artırırken sosyal
tecrit 2.0 oranında artırdığından, sağlığımız açısından daha tehlikelidir.
Daniel Goleman – Duygusal Zeka
Etiketler:
duygusal zeka,
eq,
ilişkiler,
kişisel gelişim,
sosyal tecrit,
tıbbi bakış,
tıp
Sevgi/Korku
Geçmişte zihnen yaptığınız
seçimler, şu andaki gerçekliğimizdir.
Evrende iki büyük enerji vardır. Biri korku enerjisi, diğeri de sevgi
enerjisidir. Korku enerjisini daha çok barındırdığımız sürece aynı olayları
defalarca yaşarız. Korkularımızı bulup temizlersek artık size bu deneyimi
yaşatacak enerji gelmez. Yaşanmış deneyimler sonucu ortaya çıkan korkularımız
var. Ebeveynlerimizin de bir takım korkuları bize geçiyor. Zaman içinde bizim
ve ebeveynlerimizin çocukluğundan getirdiği korkular birleşiyor. Yaşantımızda
tekrarlayan döngüler-senaryolar oluşturuyor.
Geçmişin
doğruları mutluluk hataları ise acı ve keder getiriyor.Nur Meriç – Dönüşüm Yolu
İçsel Sese Güvenmek
Öncelikle bu dünyada hayatta kalmaya gerek yok. Bu dünya bir tımarhane! Burada hayatta kalmaya gerek yok. Hırs, politika ve ego dünyasında hayatta kalmaya gerek yok. Bu bir hastalık. Ama var olmanın bir başka yolu daha var ve şu: bu dünyada olabilirsin, bu dünyadan olmayarak.
“İçsel sesimi dinlediğimde, bana bazen ihtiyacım olan şeyin hiçbir şey yapmamak...” O zaman hiçbir şey yapma! Senden daha yüce kimse yok ve var oluş seninle direkt konuşur. İçsel duygularına güvenmeye başla. O zaman hiçbir şey yapma. Eğer içinden sadece uyumak, yemek, kumsalda oynamak geliyorsa, harika –izin ver, korkma.
Korkudan
vazgeçmek zorundasın. Eğer soru, içsel duyguların ve korku arasında bir seçim
yapmaksa, içsel duygularını seç.
OSHO – korku –
8 Kasım 2012 Perşembe
Kendimi Ararken Karaladıklarım
Kendini bulmadan bulduklarının gerçek değerini kavrayamazsın.
Nesnenin veya olayın özü senin kendi özünle birdir. Bu yüzden kendini
bulmadan bulduğun herşey aslında özsüz nesne ve özsüz olaylardır. Onlar
içi boş rüyalardan öteye geçemezler. Anlık tatminlerin ötesine
geçemezler. Aradığın şey özdür. Herşeyde bilsende bilmesende bunu
ararsın. Mana ve öz elde edebileceğin herşeydir.
Görüntüleri yaşamak ya da görüntüleri yaşamamak. Bu yaprağı görmekle, yaprağın ruhunu hissetmek arasındaki farktır. Yaprağın ( ve var olan herşeyin ) özü senin özünle derin şekilde bağlantılıdır ( bir ve tamamlayıcıdır ) .
-----
Sen bir adamı/kadını aşk maksadıyla severken, aslında sonsuz özün aşkından sonlu bir kesit deneyimlersin. Gerçek özü işaret eder insan aşkı. Aynı zamanda insana aşık olamayan öze aşkı düşleyemez bile. Fakat o aşk dışındakiler sonludurlar. En efsanevi olanlar bile sonbulmaktan kaçınamamışlardırlar. Allah aşkı vasıtasıyla insan aşkı farklı bir kavram olarak sonsuz olabilir.
Hayat bir tüme varım işlemidir!
Bilgelikle Varacağın yer varmak istediğin yerdir. Eksiklik duygusu bütünün var oluşundandır. İronik olarak da maddenin içi boştur ve gerçek yaşam hiçlik penceresinden idrak edilebilir. Ruhun tekil hissi bedenlenme (tekâmül) vasıtasıyla meydana gelmektedir. Özü bulan tekil, yine çoğulların birliğinde başka bir tekili ifade eder. Evrenin ve Allah'ın tekilliği...
Kelimeler ne olayları nede kavramları tam olarak ifade edemezler. Onlar sadece gerçeği işaret edebilirler. Kelimeler aracılığı ile bilmek duru ve saf bilişin uzağında kalır. Duru biliş derinlerde kavramasal olmayanın deneyimlemek vasıtası ile bildiğidir. O herzaman bilineni, bilinmiş olanı ve bilinecek olanı deneyimlemektir. Dünya ve zihin kelimeler sonucu açığa çıkan kavramsal dünyanın sığlığında sıkışmıştır.
Görüntüleri yaşamak ya da görüntüleri yaşamamak. Bu yaprağı görmekle, yaprağın ruhunu hissetmek arasındaki farktır. Yaprağın ( ve var olan herşeyin ) özü senin özünle derin şekilde bağlantılıdır ( bir ve tamamlayıcıdır ) .
-----
Sen bir adamı/kadını aşk maksadıyla severken, aslında sonsuz özün aşkından sonlu bir kesit deneyimlersin. Gerçek özü işaret eder insan aşkı. Aynı zamanda insana aşık olamayan öze aşkı düşleyemez bile. Fakat o aşk dışındakiler sonludurlar. En efsanevi olanlar bile sonbulmaktan kaçınamamışlardırlar. Allah aşkı vasıtasıyla insan aşkı farklı bir kavram olarak sonsuz olabilir.
Hayat bir tüme varım işlemidir!
Bilgelikle Varacağın yer varmak istediğin yerdir. Eksiklik duygusu bütünün var oluşundandır. İronik olarak da maddenin içi boştur ve gerçek yaşam hiçlik penceresinden idrak edilebilir. Ruhun tekil hissi bedenlenme (tekâmül) vasıtasıyla meydana gelmektedir. Özü bulan tekil, yine çoğulların birliğinde başka bir tekili ifade eder. Evrenin ve Allah'ın tekilliği...
Kelimeler ne olayları nede kavramları tam olarak ifade edemezler. Onlar sadece gerçeği işaret edebilirler. Kelimeler aracılığı ile bilmek duru ve saf bilişin uzağında kalır. Duru biliş derinlerde kavramasal olmayanın deneyimlemek vasıtası ile bildiğidir. O herzaman bilineni, bilinmiş olanı ve bilinecek olanı deneyimlemektir. Dünya ve zihin kelimeler sonucu açığa çıkan kavramsal dünyanın sığlığında sıkışmıştır.
Etiketler:
işisel gelişim,
kendini aramak,
öz,
tüme varım
Dancing with Life: Kendi Everest'inize Tırmanın
Dancing with Life: Kendi Everest'inize Tırmanın: Tüm Ekim boyunca yazamamışım buralara... Oysaki neler oldu neler.. Özetle tırmanıyordum diyebilirim ve devam da ediyorum aslında... Bir gü...
28 Eylül 2012 Cuma
Müzaede
Biraz zaman sonra butun yildizlar gorunduler gokyuzunde. Belkide coktan sonup gitmis bircok yildizin isigi. Olunce ruhumun ve bilincimin olusturdugu yogunluk bir yildiza donusebilse keske. Uzaktan milyonlarin umutlarina kahkahalarina goz kirpsam. Adima siirler yazilsa, hizamda yemekler yenip evlenilse. Karanligi sirf gorunebilecegim icin sevesem bu sebeple. Haliyle yildiz tozu bulassa yuzume gozume. Olumum dogumum olsa ki bilgelerin olumu hayatin Geri kalaninin dogusudur. Dunyadayken gorup gozlemledigin agacla, cicekle, kusla enerji boyutunda bir oldugun noktadir. Bitmeyen durmayan donusen ama surekli noktalarin bilesiminden meydana gelen bir isin uzerindeki bilinc transformasyonlarinin yolculugu.! Donustukce insanin gozunden evrenin kendisini gozlemledigi bir sonsuz tablolar muzaedesi. Ressam her yerde ve butun resimler beyinde. Arada bir deri bir vucud formu olmadan agacla kusla yildizla bir olmak bilgeliginde yasam. Bu yuzdenki herseyleri vucud form sekil mal mulk olanlar icin olumun sonrasinda metaforik olarak cehennem oldugu ifade edilmistir.
Bilinç
Hayat kendi kendini yaratir. Bilinc kendi kendini yaratir. Aktif- ogretebilen bilinctir. Pasif bilinc - gorevi tekrarlar halinde yerine getiren bilgi kabi ( bilinctir ) . Sonsuz yaratim icinde form olumu yeni yaratim adiminin bir parcasidir. Form Icinden evrenin kendisi gozlemledigi bir penceredir. Farkli yogunluklarda atom birliktelikleri agactir, kustur, yağmurdur. Nesnenin kokeni bilgi icinde bir yogunluk kumesidir. Nesnedeki bilgi, evrendeki bilincin ispati nitrligindedir. Gozleri olmadan gorebilenler ve nesneye bagimli olmayanlar icin olum bir festivaldir. Nesne bagimliligi (ego) olan ve kendisi bir nesne olarak tanimlayanlar icin olum korku tasiyan bir cehennemdir. Dini tabular yikilirken parcanin tumevarim yolculugu baslamaktadir. Sana korkunc bir gercek soyleyeyim yasadigin herseyi sen yarattin. Aklin varligini orten bir dusman tavri icinde. Dusunce bedenini esir edebilen yetkilerde. Dur demezsen kendini kendi bedenin icinde kaybedeceksin. Bilinc atomlarin dagilacak.
His
Birzamanlar bir kusmussun gibi hissetigin oldu mu hic? Kanatlarin acik semalarda suzuldugunu? Sadece bir kus. Dertsiz tasasiz ruzgari kanatlarinin altina almis gokkusagi rengi bir kus.
24 Eylül 2012 Pazartesi
Öfke
Öfkelenince neden bağırırız?
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında
birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp
“insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama
öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye
söylemek istediklerimizi daha alçak
bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine
öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden
birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda
kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi
kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki
insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince
konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur
ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne
olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri
birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına
bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte
birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle
tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin
vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde
mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize
yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
18 Eylül 2012 Salı
Ben.
birkaç dakikaya denk düşer
bütün yaşamışlığımız düşüncede
ve hatırlamamız
orada öldürdüklerimizi..
birkaç yüzyıl,
ikindi vakitlerinde
ışık hızında geldi ve geçti.
zamansızdır oysa
içimdeki sonsuz doğumun zamanı..
hiçbir akrepten kuvvet almadan
hiçbir yelkovana dokunmadan
bir tüme varım işlemi misali
bulur daha derinlerdeki Ben'i ...
ve ben ölür bana ulaşmak için
zaten benden geriye
ne kalabilirdi ki?
bütün yaşamışlığımız düşüncede
ve hatırlamamız
orada öldürdüklerimizi..
birkaç yüzyıl,
ikindi vakitlerinde
ışık hızında geldi ve geçti.
zamansızdır oysa
içimdeki sonsuz doğumun zamanı..
hiçbir akrepten kuvvet almadan
hiçbir yelkovana dokunmadan
bir tüme varım işlemi misali
bulur daha derinlerdeki Ben'i ...
ve ben ölür bana ulaşmak için
zaten benden geriye
ne kalabilirdi ki?
10 Eylül 2012 Pazartesi
Dancing with Life: Negatif Dualarımız
Dancing with Life: Negatif Dualarımız: Enerji soğuran insanlarla karşılaştınız mı hayatınızda hiç? Cevabınız hayır ise; Allah karşılaştırmasın diyorum... Evet ise ; kulübümüze ho...
8 Eylül 2012 Cumartesi
Plantasyon
Plantasyon, tropik ya da astropik bölgelerde, niteliksiz ya da yarı nitelikli işçilerle tarım yapılan büyük çiftlik.
Terimin ortaya çıkışı, Avrupalıların Yeni Dünya sömürgeleştirmeleri sırasında, köle emeğine dayalı tarımın temel ekonomik yapı olduğu döneme rastlar.
Tipik bir plantasyon kendi kendine yeterli ve çiftlik sahibinin mutlak egemenliğinde yönetilen ekonomik ve siyasi bir kurumdu. Ürünler toprağa ve iklime göre saptanırdı. Örneğin tütün, pamuk, pirinç, çivit ve şekerkamışı gibi ürünler Kuzey Amerika'nın güneydoğusundaki kolonilerin belirli bölgelerinde yetiştirilirdi.
Amerika Birleşik Devletleri'nde köleliğin kaldırılmasıyla birlikte gerileyen emek yoğun plantasyonların çoğu, mülk sahibi ya da kiracı çiftçiler tarafından işletilen küçük çiftliklere bölündü. Bazıları da ücretli emekçilerin ya da ortakçıların çalıştığı büyük plantasyonlar biçiminde varlıklarını sürdürdü. Bu işletmelerde işçiler kölelik koşullarında çalıştırılmasalar bile, işsizlik korkusuyla boyunduruk altında tutulabiliyordu.
18. yüzyıldan sonra dünyanın her yerinde tropik bölgelerdeki geniş ormanlık alanlar sekerkamışı, kahve, çay, kakao, kauçuk ağacı, yağ palmiyesi, sisal ve muz ekimi için ortadan kaldırıldı. Çoğunlukla yabancı sermaye ve teknisyenlere dayanan bu tür plantasyonlarda da yerli halktan işçiler çok düşük ücretlerle çalıştırılır.
Kaynak: wikipedia
Terimin ortaya çıkışı, Avrupalıların Yeni Dünya sömürgeleştirmeleri sırasında, köle emeğine dayalı tarımın temel ekonomik yapı olduğu döneme rastlar.
Tipik bir plantasyon kendi kendine yeterli ve çiftlik sahibinin mutlak egemenliğinde yönetilen ekonomik ve siyasi bir kurumdu. Ürünler toprağa ve iklime göre saptanırdı. Örneğin tütün, pamuk, pirinç, çivit ve şekerkamışı gibi ürünler Kuzey Amerika'nın güneydoğusundaki kolonilerin belirli bölgelerinde yetiştirilirdi.
Amerika Birleşik Devletleri'nde köleliğin kaldırılmasıyla birlikte gerileyen emek yoğun plantasyonların çoğu, mülk sahibi ya da kiracı çiftçiler tarafından işletilen küçük çiftliklere bölündü. Bazıları da ücretli emekçilerin ya da ortakçıların çalıştığı büyük plantasyonlar biçiminde varlıklarını sürdürdü. Bu işletmelerde işçiler kölelik koşullarında çalıştırılmasalar bile, işsizlik korkusuyla boyunduruk altında tutulabiliyordu.
18. yüzyıldan sonra dünyanın her yerinde tropik bölgelerdeki geniş ormanlık alanlar sekerkamışı, kahve, çay, kakao, kauçuk ağacı, yağ palmiyesi, sisal ve muz ekimi için ortadan kaldırıldı. Çoğunlukla yabancı sermaye ve teknisyenlere dayanan bu tür plantasyonlarda da yerli halktan işçiler çok düşük ücretlerle çalıştırılır.
Kaynak: wikipedia
7 Eylül 2012 Cuma
6 Eylül 2012 Perşembe
Beyin Egzersizleri
21 Ağustos 2012 Salı
Renk.
Yavaş! Yavaş biraz. Kafamın üzerindeki çizgi film ürünü yıldızcıklar kaybolalı bir dakika oluyordu. Gözlerim şimdi daha sakin olan bir orman parkına bakıyorlardı. Tam bir saat gecikmiştim ve heryer anababa günü gibiydi. Kızmadım. Ellerinde koltuk değnekleri ile hastalar şifa bulmak için ve genellikle yaşlılar sabahları çıkıyorlardı buraya. Altmışlı yaşlarında adamlar sabahın altısında denize giriyorlardı. Ne özenilesi diye düşündüm. Gençler yok denecek kadar azdı. Biri de bendim.
Bir hışın yataktan kalkıp alelacele çıkıyordum evden. Doğanın içine dalmaya sabırsızlanıyordum. Hem orada herkes gülümsüyordu. Renkler daha ahenkliydiler. Etrafta çok az kuş, çok fazla kuş sesi vardı. Ağaçların arasında çeşmelerden buz gibi su akıyordu. Bisikletlilier, koşanlar ve yürüyenler...
Nefes alışıma odaklanıyordum. Nefes aralıklarına, o sessizliğe odaklanıyordum. Orada dert ve tasadan hiçbir iz yoktu. Sadece var olmaktaydım. Bir ağaç gibi, bir çiçek gibi ve bir kuş gibi. Onlar sadece var oluyolardı ve bizim gibi zihin illüziyonları yoktu. Sadece mükemmeldiler. Sararan yapraklar da mükemmeldi. Onlar ölümün, o hayat kreşendosunun kusursuz yüzleriydiler. Binlerce ansiklopedilik ders verircesine tek bir eylemle, oylece sararmaktaydılar.
Ve yaşlılar sanki az kaldı dercesine, inatla her sabah altıda uyanıp bu deniz kıyısındaki yemyeşil orman parkına koşuyorlardı. Buz gibi denize giriyorlardı. Ben de öyle yaptım. Henüz yaşlı olmasam da... Ve gençler bunları nasıl ıskalayabilirler diye hayretler ettim sonra. Yazık.
Denize girmek; önce buz gibi bir farklı dünyaya adım atıp sonra orada kendini özgür hissetmek gibi. Sanki evrenin sıvı hacmiyle bütün oluyordu bedenim. Dünyayı kaplayan bütün muhteşem sıvı hacim vücudumun etrafında dairler çizerek, aslında "görüyor musun bak sen de bizdensin" der gibiydiler. Gözlerimi kısıp başımı gökyüzüne kaldırdım. Tanrıyı içimde hissederek yüzdüm sadece. Plajın fonu yeşil bir manzara ile kaplıydı. Muhteşem, sadece muhteşemdi.
Sonra o banklara oturdum. Doğanın melodisini dinlemek için eylemsizce oturdum sadece. Birşey düşünmedim, çünkü zihnim heran beni korkularına, endişelerine, planlarına ya da geçmişine çekmeye hazırdı. Ona aldırmadım. O an, zihnim yoktu sadece var olmanın derin büyüsünü yaşadım. Ve zihnimin ardından asıl farkında olanı gördüm. Tanrıyı. Onu sürekli kitaplarda, kurallarda, ibadetlerde ve dualarda aratmışlardı oysa bize. Şu dünyada, dünya masallarına inanan milyarlarca ayakta uyuyan, farkındasız insan yaşamaktaydı...
Bu orman parkındaki yaşlılar da belkide herşeyin kendilerine verdilğini zannettiler. Yaşamın mesela. Ama şimdi bedenlerinin yavaşça soyulup gitmesi, aslında hiçbirşeylerinin olmadığını görmelerini sağladı... Yaşam verilemez ya da alınamazdı. Çünkü yaşam sonsuz bir ışık gibidir. Sadece formlar değiştirerek akar...
Ölmeden önce ölürsen, işte o zaman ölümün bir son olmadığını ve yaşamın sonsuz akışını fark edebilirsin.
Gözlerimi açtım. Renkler hiç bu kadar parlak olmamışlardı. Doğruldum ve eve doğru yol aldım. Yaşamam gereken koca birgün beni bekliyordu.
Bir hışın yataktan kalkıp alelacele çıkıyordum evden. Doğanın içine dalmaya sabırsızlanıyordum. Hem orada herkes gülümsüyordu. Renkler daha ahenkliydiler. Etrafta çok az kuş, çok fazla kuş sesi vardı. Ağaçların arasında çeşmelerden buz gibi su akıyordu. Bisikletlilier, koşanlar ve yürüyenler...
Nefes alışıma odaklanıyordum. Nefes aralıklarına, o sessizliğe odaklanıyordum. Orada dert ve tasadan hiçbir iz yoktu. Sadece var olmaktaydım. Bir ağaç gibi, bir çiçek gibi ve bir kuş gibi. Onlar sadece var oluyolardı ve bizim gibi zihin illüziyonları yoktu. Sadece mükemmeldiler. Sararan yapraklar da mükemmeldi. Onlar ölümün, o hayat kreşendosunun kusursuz yüzleriydiler. Binlerce ansiklopedilik ders verircesine tek bir eylemle, oylece sararmaktaydılar.
Ve yaşlılar sanki az kaldı dercesine, inatla her sabah altıda uyanıp bu deniz kıyısındaki yemyeşil orman parkına koşuyorlardı. Buz gibi denize giriyorlardı. Ben de öyle yaptım. Henüz yaşlı olmasam da... Ve gençler bunları nasıl ıskalayabilirler diye hayretler ettim sonra. Yazık.
Denize girmek; önce buz gibi bir farklı dünyaya adım atıp sonra orada kendini özgür hissetmek gibi. Sanki evrenin sıvı hacmiyle bütün oluyordu bedenim. Dünyayı kaplayan bütün muhteşem sıvı hacim vücudumun etrafında dairler çizerek, aslında "görüyor musun bak sen de bizdensin" der gibiydiler. Gözlerimi kısıp başımı gökyüzüne kaldırdım. Tanrıyı içimde hissederek yüzdüm sadece. Plajın fonu yeşil bir manzara ile kaplıydı. Muhteşem, sadece muhteşemdi.
Sonra o banklara oturdum. Doğanın melodisini dinlemek için eylemsizce oturdum sadece. Birşey düşünmedim, çünkü zihnim heran beni korkularına, endişelerine, planlarına ya da geçmişine çekmeye hazırdı. Ona aldırmadım. O an, zihnim yoktu sadece var olmanın derin büyüsünü yaşadım. Ve zihnimin ardından asıl farkında olanı gördüm. Tanrıyı. Onu sürekli kitaplarda, kurallarda, ibadetlerde ve dualarda aratmışlardı oysa bize. Şu dünyada, dünya masallarına inanan milyarlarca ayakta uyuyan, farkındasız insan yaşamaktaydı...
Bu orman parkındaki yaşlılar da belkide herşeyin kendilerine verdilğini zannettiler. Yaşamın mesela. Ama şimdi bedenlerinin yavaşça soyulup gitmesi, aslında hiçbirşeylerinin olmadığını görmelerini sağladı... Yaşam verilemez ya da alınamazdı. Çünkü yaşam sonsuz bir ışık gibidir. Sadece formlar değiştirerek akar...
Ölmeden önce ölürsen, işte o zaman ölümün bir son olmadığını ve yaşamın sonsuz akışını fark edebilirsin.
Gözlerimi açtım. Renkler hiç bu kadar parlak olmamışlardı. Doğruldum ve eve doğru yol aldım. Yaşamam gereken koca birgün beni bekliyordu.
15 Ağustos 2012 Çarşamba
ŞİMDİ
- Yaşamın geçmiş, şimdi ve gelcek diye bölünmesi zihin ürünüdür ve sonuçta illüziyonidir. Geçmiş ve gelecek düşünce formlarıdır, zihinsel soyutlamalardır. Geçmiş ancak ŞİMDİ hatırlanabilir. Sizin hatırladığınız, ŞİMDİ'de vuku bulmuş bir olaydır, ve onu yine ŞİMDİ'de hatırlarsınız. Gelecek de, geldiğinde, ŞİMDİ'dir. Böylece gerçek olan tek şey, daima var olan tek şey ŞİMDİ'dir.
- Şimdiki an olduğu gibidir. Daima. Onun olmasına izin verebilir misiniz?
- - Eckhart Tolle -
5 Ağustos 2012 Pazar
Ramtha Demişki
Bu
hayat, bilgelik denen en büyük yaşam ödülü için oyunların oynandığı,
illüzyonların deneyimlendiği bir alan sadece! Bu dünyadan ayrıldığınızda
birlikte götürdüğünüz tek şey bilgeliktir
Var oluşunuz için bir neden arıyorsanız, bırakın bu sonsuza kadar
sizinle kalacak bir neden olsun. O neden kendini sevmektir.
Şu
ya da bu amaç gerçekleşerek yerini başka amaçlara bırakırken, kendinize
duyduğunuz sevgi sonsuza dek yaşayacaktır. Yazgı düşüncesini bırakıp
an’da yaşamayı öğrendiğiniz zaman, daha önce hiç tatmadığınız büyük bir
mutluluğu ve özgürlüğü tadacaksınız.
.....Devreniz sona eriyor. Bu Nefs Çağıydı, yeni çağ ufukta göründü bile, gelen Işık Çağıdır, Saf Ruh Çağı, Tanrı Çağıdır. İnsanın, her şeyin eşit olduğunu, cennetin kişinin içinde olduğunu bildiği çağdır. Işık Çağı insanı yeniden sınırsız düşünceye yükseltecek. Bu yeni düzende savaşçılara ve tiranlara yer yok, barış habercileri dünyaya hakim olacak. Hepiniz bilgelik incileriyle donanmış olarak sınırsızlığınıza geri döneceksiniz.
Gelen Işık Çağıdır, Saf Ruh Çağı, Tanrı Çağıdır. İnsanın, her şeyin eşit olduğunu, cennetin kişinin içinde olduğunu bildiği çağdır. Işık Çağı insanı yeniden sınırsız düşünceye yükseltecek. Bu yeni düzende savaşçılara ve tiranlara yer yok, barış habercileri dünyaya hakim olacak. Hepiniz bilgelik incileriyle donanmış olarak sınırsızlığınıza geri döneceksiniz.
.....
Tanrı asla sizin harika varlığınızın dışında tanımlanamaz. Buna kalkışmak bile kendinize karşı haksızlık olur, çünkü bu durumda, içinizden yayılan bir şeyi tarif etmek için kendinizin dışına çıkmış olursunuz. Tanrıyı tanımlayabilmenin tek yolu, içinizdeki Tanrıyı gözlemlemektir.
Kendinizi insanlık denen bireysel formla ifade etmeyi seçtiniz. Bu, Tanrıyı tümüyle anlamak için gerekli bir deneyimdi. Sınırlılığı deneyimleyip anlamadan sınırsızlığı nasıl anlayabilirsiniz? Bu hayat, bilgelik denen en büyük yaşam ödülü için oyunların oynandığı, illüzyonların deneyimlendiği bir alan sadece! Bu dünyadan ayrıldığınızda birlikte götürdüğünüz tek şey bilgeliktir.
Bedenlenme bir tuzak anlamına gelmiyordu, sürekli tekrarlanması da gerekmiyordu. Yaratıcılık arayışında yeni bir serüven, bir oyundu sadece. Fakat kendinizi beden duyularında çabucak yitirdiniz ve bedeniniz tüm kimliğiniz haline geldi. Madde dünyasına öylesine daldınız ki, sonunda güvensiz, korku dolu, savunmasız ve ölümlü insan haline geldiniz. Ölümü öğrendiniz ama hayatı unuttunuz, acıyı öğrendiniz ama hazzı unuttunuz, insanı öğrendiniz ama Tanrıyı unuttunuz, çünkü yüce zekanız seçtiğiniz illüzyonu yaratmanıza izin verdi.
.....Devreniz sona eriyor. Bu Nefs Çağıydı, yeni çağ ufukta göründü bile, gelen Işık Çağıdır, Saf Ruh Çağı, Tanrı Çağıdır. İnsanın, her şeyin eşit olduğunu, cennetin kişinin içinde olduğunu bildiği çağdır. Işık Çağı insanı yeniden sınırsız düşünceye yükseltecek. Bu yeni düzende savaşçılara ve tiranlara yer yok, barış habercileri dünyaya hakim olacak. Hepiniz bilgelik incileriyle donanmış olarak sınırsızlığınıza geri döneceksiniz.
Gelen Işık Çağıdır, Saf Ruh Çağı, Tanrı Çağıdır. İnsanın, her şeyin eşit olduğunu, cennetin kişinin içinde olduğunu bildiği çağdır. Işık Çağı insanı yeniden sınırsız düşünceye yükseltecek. Bu yeni düzende savaşçılara ve tiranlara yer yok, barış habercileri dünyaya hakim olacak. Hepiniz bilgelik incileriyle donanmış olarak sınırsızlığınıza geri döneceksiniz.
.....
Tanrı asla sizin harika varlığınızın dışında tanımlanamaz. Buna kalkışmak bile kendinize karşı haksızlık olur, çünkü bu durumda, içinizden yayılan bir şeyi tarif etmek için kendinizin dışına çıkmış olursunuz. Tanrıyı tanımlayabilmenin tek yolu, içinizdeki Tanrıyı gözlemlemektir.
Kendinizi insanlık denen bireysel formla ifade etmeyi seçtiniz. Bu, Tanrıyı tümüyle anlamak için gerekli bir deneyimdi. Sınırlılığı deneyimleyip anlamadan sınırsızlığı nasıl anlayabilirsiniz? Bu hayat, bilgelik denen en büyük yaşam ödülü için oyunların oynandığı, illüzyonların deneyimlendiği bir alan sadece! Bu dünyadan ayrıldığınızda birlikte götürdüğünüz tek şey bilgeliktir.
Bedenlenme bir tuzak anlamına gelmiyordu, sürekli tekrarlanması da gerekmiyordu. Yaratıcılık arayışında yeni bir serüven, bir oyundu sadece. Fakat kendinizi beden duyularında çabucak yitirdiniz ve bedeniniz tüm kimliğiniz haline geldi. Madde dünyasına öylesine daldınız ki, sonunda güvensiz, korku dolu, savunmasız ve ölümlü insan haline geldiniz. Ölümü öğrendiniz ama hayatı unuttunuz, acıyı öğrendiniz ama hazzı unuttunuz, insanı öğrendiniz ama Tanrıyı unuttunuz, çünkü yüce zekanız seçtiğiniz illüzyonu yaratmanıza izin verdi.
3 Ağustos 2012 Cuma
Howard Phillips Lovecraft
H.P LOVECRAFT
Amerikalı yazar H.P. Lovecraft 20. yüzyıl gotik edebiyatının en önemli temsilcisidir. Ortaçağın doğaüstü hikayelerinden Aydınlanma Çağı'nın ilk kara kitaplarına, oradan Horace Walpole, Ann Radcliffe, Charles Robert Maturin'e ve Marry Shelley'e kadar yükselen bir seyir izleyen gotik edebiyat Edgar Allan Poe ile zirveye çıkar. Bu mirası 20. yüzyıla taşıyan en büyük isim ise Lovecraft'tır.
Howard Phillips Lovecraft 20 Ağustos 1890'da Providence, Rhode Island'da doğdu. Pek çok ünlü fantazi/gotik yazarı (Robert E. Howard, Ramsey Campbell) gibi psikolojik sorunları olan bir ailenin ve oğluna aşırı düşkün hastalıklı bir annenin gözetimi altında toplumdan kopuk ve içine kapanık büyüdü ve bu durum hayatının sonuna kadar sürerek onu etkiledi. Başlarda, onu titizlikle yetiştiren ve üzerine titreyen annesi akıl hastalığı ilerledikçe ona sürekli çok çirkin olduğunu ve çevresine onun fiziksel görüntüsünden utandığı için insan içine çıkmak yerine kitaplara gömüldüğünü söyledi. Kader bu ki psikolojik sorunları olan anne ve babası aynı akıl hastanesinde öldüler. Okuldan sağlık problemleri yüzünden genç yaşta ayrılan Lovecraft, kendini kötü şiirler yazmaya ve amatör gazeteciliğe adadı. Birçok yayın organında ırkçılığı savunan ve kraliyet yanlısı yazılar yazdı fakat zamanla ırkçılık yanlısı görüşlerinden uzaklaşarak zıt bir politik görüşü benimsedi. (Son dönem öykülerinde bu etki açıkça görülür.) Bu arada pek çok kişiyle mektuplaşmayı sürdürdü.Öldüğünde geride yüz binden fazla mektup bırakmıştı ve yüzyılın en önemli mektup yazarlarından biriydi.
Öyküleri 20'li ve 30'lu yıllarda Weird Tales ve benzeri pulp korku dergilerinde yayınlanmaya başladı. Bu akımın pek çok ünlü yazarıyla (Robert Bloch, Robert E. Howard, Clark Asthan Smith) dost oldu ve kendisine ölesiye bağlı, küçük ama sağlam bir arkadaş çevresi edindi. 1924' te bir Yahudi olan Sonia H. S. Greene ile evlendi, ancak kısa süre sonra ayrıldılar. Lovecraft, yaşamını yoksulluk içinde, değersiz yazarlar için ?hayalet yazarlık' yaparak sürdürdü. Öykülerine hiçbir zaman güvenmedi ve en sonunda, tarzında oldukça başarılı olmasına rağmen, bu işi beceremediğine karar verdi. Yaşamı boyunca hiçbir öykü kitabı basılmadı. Bir dostu bunu denedi ama mali sorunlar yüzünden ancak 150 tane satabildi. 1937'de bağırsak kanserinden öldüğünde ardında 51 öykü bırakmıştı.
Lovecraft, ?Weird Tales' in Robert E. Howard ve Clark Asthan Smith ile birlikte üç silahşörlerinden biriydi.
Lovecraft'ın öykülerini değerlendirirken, yaşamındaki tuhaflıkları gözönünde bulundurmak gerekir. Her şeyden önce Lovecraft'ın, içinde çelişkiler barındıran bir insan olduğu unutulmamalıdır. Örneğin belli bir döneme kadar ırkçılığı savunan Lovecraft, daha sonra bir Yahudi'yle evlenmiş ve birçok Yahudi dost edinmiştir ve bu dostlarıyla birbirlerine aşırı bağlılıkları göze çarpar. Bunun dışında gündüzleri uyuyup, geceleri yaşayan bir bedene, çok iyi çalışan bir beyne ve son derece güçlü bir hafızaya sahipti. İki yaşında alfabeyi öğrenmiş, üç yaşında okumaya başlamıştır.
Öykülerine değinilecek olursa: Lovecraft'ın öykülerini başarılı kılan, anlatım tarzı ya da tekniğinden çok, yarattığı dünyaların orjinalliğidir. Gotiğin o gizemli, kasvetli, donuk havasını başarıyla canlandırabilmesinin yanısıra, mood'larına kendisine ölümünden sonra büyük ün kazandıracak o sinsi, tüyler ürpertici dehşeti de eklemiştir. Lovecraft herşeyden önce bir mit yaratıcısıdır. Lovecraft'ı çağdaş korku edebiyatının ustalarının gözünde erişilmez yapan nitelik, onun bir ?evren kurucu' olmasıdır.
Çocukluğunda Arap gizemciliğine ilgi duymuş, gençliğinde astronomi ile ilgilenmiş ve yazarlığı sırasında ?Cthulhu Söyleni' ni yazmıştır. ?Cthulhu Söyleni' ne ait öyküleri on üç tanedir.
Günümüzde H.P. Lovecraft'ın yarattığı Cthulhu Mitosu dünyanın her yerinde bir çok hayranı tarafından yaşatılmaktadır.
kaynak: http://www.baktabul.net/edebiyatcilar-sairler/57060-howard-phillips-lovecraft-kimdir-hayati-ve-biyografisi.html
Amerikalı yazar H.P. Lovecraft 20. yüzyıl gotik edebiyatının en önemli temsilcisidir. Ortaçağın doğaüstü hikayelerinden Aydınlanma Çağı'nın ilk kara kitaplarına, oradan Horace Walpole, Ann Radcliffe, Charles Robert Maturin'e ve Marry Shelley'e kadar yükselen bir seyir izleyen gotik edebiyat Edgar Allan Poe ile zirveye çıkar. Bu mirası 20. yüzyıla taşıyan en büyük isim ise Lovecraft'tır.
Howard Phillips Lovecraft 20 Ağustos 1890'da Providence, Rhode Island'da doğdu. Pek çok ünlü fantazi/gotik yazarı (Robert E. Howard, Ramsey Campbell) gibi psikolojik sorunları olan bir ailenin ve oğluna aşırı düşkün hastalıklı bir annenin gözetimi altında toplumdan kopuk ve içine kapanık büyüdü ve bu durum hayatının sonuna kadar sürerek onu etkiledi. Başlarda, onu titizlikle yetiştiren ve üzerine titreyen annesi akıl hastalığı ilerledikçe ona sürekli çok çirkin olduğunu ve çevresine onun fiziksel görüntüsünden utandığı için insan içine çıkmak yerine kitaplara gömüldüğünü söyledi. Kader bu ki psikolojik sorunları olan anne ve babası aynı akıl hastanesinde öldüler. Okuldan sağlık problemleri yüzünden genç yaşta ayrılan Lovecraft, kendini kötü şiirler yazmaya ve amatör gazeteciliğe adadı. Birçok yayın organında ırkçılığı savunan ve kraliyet yanlısı yazılar yazdı fakat zamanla ırkçılık yanlısı görüşlerinden uzaklaşarak zıt bir politik görüşü benimsedi. (Son dönem öykülerinde bu etki açıkça görülür.) Bu arada pek çok kişiyle mektuplaşmayı sürdürdü.Öldüğünde geride yüz binden fazla mektup bırakmıştı ve yüzyılın en önemli mektup yazarlarından biriydi.
Öyküleri 20'li ve 30'lu yıllarda Weird Tales ve benzeri pulp korku dergilerinde yayınlanmaya başladı. Bu akımın pek çok ünlü yazarıyla (Robert Bloch, Robert E. Howard, Clark Asthan Smith) dost oldu ve kendisine ölesiye bağlı, küçük ama sağlam bir arkadaş çevresi edindi. 1924' te bir Yahudi olan Sonia H. S. Greene ile evlendi, ancak kısa süre sonra ayrıldılar. Lovecraft, yaşamını yoksulluk içinde, değersiz yazarlar için ?hayalet yazarlık' yaparak sürdürdü. Öykülerine hiçbir zaman güvenmedi ve en sonunda, tarzında oldukça başarılı olmasına rağmen, bu işi beceremediğine karar verdi. Yaşamı boyunca hiçbir öykü kitabı basılmadı. Bir dostu bunu denedi ama mali sorunlar yüzünden ancak 150 tane satabildi. 1937'de bağırsak kanserinden öldüğünde ardında 51 öykü bırakmıştı.
Lovecraft, ?Weird Tales' in Robert E. Howard ve Clark Asthan Smith ile birlikte üç silahşörlerinden biriydi.
Lovecraft'ın öykülerini değerlendirirken, yaşamındaki tuhaflıkları gözönünde bulundurmak gerekir. Her şeyden önce Lovecraft'ın, içinde çelişkiler barındıran bir insan olduğu unutulmamalıdır. Örneğin belli bir döneme kadar ırkçılığı savunan Lovecraft, daha sonra bir Yahudi'yle evlenmiş ve birçok Yahudi dost edinmiştir ve bu dostlarıyla birbirlerine aşırı bağlılıkları göze çarpar. Bunun dışında gündüzleri uyuyup, geceleri yaşayan bir bedene, çok iyi çalışan bir beyne ve son derece güçlü bir hafızaya sahipti. İki yaşında alfabeyi öğrenmiş, üç yaşında okumaya başlamıştır.
Öykülerine değinilecek olursa: Lovecraft'ın öykülerini başarılı kılan, anlatım tarzı ya da tekniğinden çok, yarattığı dünyaların orjinalliğidir. Gotiğin o gizemli, kasvetli, donuk havasını başarıyla canlandırabilmesinin yanısıra, mood'larına kendisine ölümünden sonra büyük ün kazandıracak o sinsi, tüyler ürpertici dehşeti de eklemiştir. Lovecraft herşeyden önce bir mit yaratıcısıdır. Lovecraft'ı çağdaş korku edebiyatının ustalarının gözünde erişilmez yapan nitelik, onun bir ?evren kurucu' olmasıdır.
Çocukluğunda Arap gizemciliğine ilgi duymuş, gençliğinde astronomi ile ilgilenmiş ve yazarlığı sırasında ?Cthulhu Söyleni' ni yazmıştır. ?Cthulhu Söyleni' ne ait öyküleri on üç tanedir.
Günümüzde H.P. Lovecraft'ın yarattığı Cthulhu Mitosu dünyanın her yerinde bir çok hayranı tarafından yaşatılmaktadır.
kaynak: http://www.baktabul.net/edebiyatcilar-sairler/57060-howard-phillips-lovecraft-kimdir-hayati-ve-biyografisi.html
20 Temmuz 2012 Cuma
Hint felsefesinin 4 kuralı
KURAL
1: “Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı
şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan,
etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler
ya da bize bir şey öğretirler.”
KURAL 2: “Yaşanmış olan her ne
ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey
yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki
en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. ‘Şöyle yapsaydım,
böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması
gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.
Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de,
hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”
KURAL 3:
“İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda
başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o
da başlamaya hazırdır.”
KURAL 4: “Bitmiş olan bir şey
bitmiştir. Bu kadar basittir. Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim
gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin
vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha
iyidir.”
Atalet Üzerine
En genel anlamda atalet eylemsizlik halidir
Cansız cisimlerin bir etki olmaksızın mahkum oldukları durum atalet
oluşturur İrade taşımayan, hareketi tercih edebilme yeteneğinden yoksun
olan mevcudatın ataletini kırması dışarıdan gelecek etkiye bağlıdır
İnsanların ise, dışarıdan bir etki olmaksızın kendi bilinçli tercihiyle hareket edebilen kompleks bir yapısı vardır Aslında tüm mevcudat atom düzeyinde şevk ve cezbe halinde olsa bile, zahirde bizler bu hareketleri algılayabilecek duyulara sahip değiliz
Bir şeyi nasıl yapacağını bilen, yaparsa ne kazanacağını, yapmazsa neler kaybedeceğinin de farkında olan; o işi yapması için gerekli yöntem, teknik ve beceriye sahip olan ve yapma isteği de taşıyan bir insanı durduran nedir? Bunun tek kelimelik bir ifadesi vardır: O da ‘atalet’ Atalet hastalığı toplumumuzda çok yaygın hale gelmiştir
Millet olarak ruhumuza negatif transferler yapa yapa, gittikçe ferdî sorumluluk alanlarımızı terk eder oldukKüçük dairedeki büyük vazifelerin ihmalini ülke olarak acı faturalar şeklinde ödemeye devam ediyoruzİhmâl ettiğimiz ya da önemsemediğimiz her şey sonuçta acı çekmemizi sağlıyor
Acı-haz sıralamasını karıştırmamız dolayısıyla ya da işimize öyle geldiği için yapmamız gerekenleri değil de çoğu zaman yapmak istediklerimizi yapıyoruz Ertelenen her işimiz, üzerine gidip çözümlemediğimiz her sorunumuz içinden çıkılmaz hale gelip ataletimizi daha da arttırıyor Sonra da ‘biz adam olmayız’ deyip işin içinden çıkıyoruz
Doğacak her çocuk atalarından devraldığı problemle boğuşup dururken geleceğe yapılacak yatırımları da başkaları yapıyor Bunun en basit örneği özellikle Rize çevresinde miras bölüşümünde yaşanmaktadırDedeler babalarından kalan malı bölüşmeden bu dünyadan göçüp gidiyorlar Geriye kalanlar da atalarından gelen bu geleneği sürdürünce torunlar, halalar, amcalar, çocuklar derken iş iyice çıkmaza giriyorMülkiyetler ve insanlar atıl durumda yıllarca bekliyorlar
Ataletin pek çok nedenleri olabilir Bazıları mükemmeliyetçidir, kendini hiçbir zaman yeterli hissedemediği için bir türlü harekete geçemezler Bazıları yetersizlik hisseder, daha hazır değilim diyerek ömrünü tüketirZaten ölüm de bizi hazırlıksız yakalamayacak mı? Bir başka atalet nedeni de belirsizlik ve kararsızlıktır Bir öğretmen için düşündüğümüzde ders plânının işleniş basamaklarını, dersin amaç ve davranışlarıyla uyumlu ve gerçekçi bir şekilde hazırlamışsa, ertesi gün işleyeceği derste öğrencileri ve kendisi için ataleti kırmış demektir
Hedefsiz girdiği dersten ise istediği neticeyi almayacaktır Öğrenciler yapmaları gerekeni değil de, yapmak istediklerini yapacaklardır ‘Şeytanın yarını’ hiçbir zaman bitmeyeceği için mevcut rahatımızdan fedakârlık yapamazsak, gelecekte daha büyük sıkıntıların altında ezilmeyi göze almamız gerekecektir
Yanılgılarımızdan bir tanesi de çalışmamız gereken hedefimiz için iç âlemimizden ‘özel istek’ beklememizdir Bunu bekleyenler -samimi söylüyorum- boşuna bekliyorlar Çünkü insan fıtratı gereği hazır lezzete taliptir Bize verilen iradeyi zorlayıp biraz acı çekmeyi göze alamazsak, sonuçta daha büyük ızdırablara gark olacağız
Bulunduğu pozisyondaki rollerini aksatan insan hayal kurar: “Bir müdür olsam, gör bak bu okulu nasıl idare ederim” Müdür der: “Milli eğitim müdürü olsam neler yaparım” Milli eğitim müdürü de bakan olsa neler yapacağını sıralar durur Biz kendi sorumluluk alanımızdaki görevimizi eksiksiz yapsak işlerin iyiye gitmesi adına katkıda bulunmuş oluruz Topu başkasına atmanın adı da atalettir
Öğrenciler okulu ve dersleri sıkıcı bulduklarından dolayı, öğretmenler maaşların ve imkânların yetersizliğinden dolayı, veliler çocuklarını para getiren bir meslek sahibi yapamadıklarından dolayı, iş verenler mezunları çağın gerekleriyle donatmadıklarından dolayı eğitim sisteminden şikayetçidirler Ancak ne hikmetse kimse ciddi olarak sitemi değiştirme girişiminde bulunmamaktadır Bir öncekinin biraz daha gelişmişini sunmaktan ya da biraz daha karmaşık yapmaktan öteye, nedense bir çözüm bulan yoktur Bu da yöneticilerimizin ataletidir
Ümitsizliğe kapılmak da bir atalet habercisi olacağı için ve bizim dışımızdaki hadiseleri ve insanları değiştirme fırsatına da sahip olamayacağımıza göre, iç disiplinimizi kuvvetlendirip kendimizi iyileştirmenin çarelerine bakmalıyız Unutmayalım, biz iyi olursak herkes iyi olur *
İnsanların ise, dışarıdan bir etki olmaksızın kendi bilinçli tercihiyle hareket edebilen kompleks bir yapısı vardır Aslında tüm mevcudat atom düzeyinde şevk ve cezbe halinde olsa bile, zahirde bizler bu hareketleri algılayabilecek duyulara sahip değiliz
Bir şeyi nasıl yapacağını bilen, yaparsa ne kazanacağını, yapmazsa neler kaybedeceğinin de farkında olan; o işi yapması için gerekli yöntem, teknik ve beceriye sahip olan ve yapma isteği de taşıyan bir insanı durduran nedir? Bunun tek kelimelik bir ifadesi vardır: O da ‘atalet’ Atalet hastalığı toplumumuzda çok yaygın hale gelmiştir
Millet olarak ruhumuza negatif transferler yapa yapa, gittikçe ferdî sorumluluk alanlarımızı terk eder oldukKüçük dairedeki büyük vazifelerin ihmalini ülke olarak acı faturalar şeklinde ödemeye devam ediyoruzİhmâl ettiğimiz ya da önemsemediğimiz her şey sonuçta acı çekmemizi sağlıyor
Acı-haz sıralamasını karıştırmamız dolayısıyla ya da işimize öyle geldiği için yapmamız gerekenleri değil de çoğu zaman yapmak istediklerimizi yapıyoruz Ertelenen her işimiz, üzerine gidip çözümlemediğimiz her sorunumuz içinden çıkılmaz hale gelip ataletimizi daha da arttırıyor Sonra da ‘biz adam olmayız’ deyip işin içinden çıkıyoruz
Doğacak her çocuk atalarından devraldığı problemle boğuşup dururken geleceğe yapılacak yatırımları da başkaları yapıyor Bunun en basit örneği özellikle Rize çevresinde miras bölüşümünde yaşanmaktadırDedeler babalarından kalan malı bölüşmeden bu dünyadan göçüp gidiyorlar Geriye kalanlar da atalarından gelen bu geleneği sürdürünce torunlar, halalar, amcalar, çocuklar derken iş iyice çıkmaza giriyorMülkiyetler ve insanlar atıl durumda yıllarca bekliyorlar
Ataletin pek çok nedenleri olabilir Bazıları mükemmeliyetçidir, kendini hiçbir zaman yeterli hissedemediği için bir türlü harekete geçemezler Bazıları yetersizlik hisseder, daha hazır değilim diyerek ömrünü tüketirZaten ölüm de bizi hazırlıksız yakalamayacak mı? Bir başka atalet nedeni de belirsizlik ve kararsızlıktır Bir öğretmen için düşündüğümüzde ders plânının işleniş basamaklarını, dersin amaç ve davranışlarıyla uyumlu ve gerçekçi bir şekilde hazırlamışsa, ertesi gün işleyeceği derste öğrencileri ve kendisi için ataleti kırmış demektir
Hedefsiz girdiği dersten ise istediği neticeyi almayacaktır Öğrenciler yapmaları gerekeni değil de, yapmak istediklerini yapacaklardır ‘Şeytanın yarını’ hiçbir zaman bitmeyeceği için mevcut rahatımızdan fedakârlık yapamazsak, gelecekte daha büyük sıkıntıların altında ezilmeyi göze almamız gerekecektir
Yanılgılarımızdan bir tanesi de çalışmamız gereken hedefimiz için iç âlemimizden ‘özel istek’ beklememizdir Bunu bekleyenler -samimi söylüyorum- boşuna bekliyorlar Çünkü insan fıtratı gereği hazır lezzete taliptir Bize verilen iradeyi zorlayıp biraz acı çekmeyi göze alamazsak, sonuçta daha büyük ızdırablara gark olacağız
Bulunduğu pozisyondaki rollerini aksatan insan hayal kurar: “Bir müdür olsam, gör bak bu okulu nasıl idare ederim” Müdür der: “Milli eğitim müdürü olsam neler yaparım” Milli eğitim müdürü de bakan olsa neler yapacağını sıralar durur Biz kendi sorumluluk alanımızdaki görevimizi eksiksiz yapsak işlerin iyiye gitmesi adına katkıda bulunmuş oluruz Topu başkasına atmanın adı da atalettir
Öğrenciler okulu ve dersleri sıkıcı bulduklarından dolayı, öğretmenler maaşların ve imkânların yetersizliğinden dolayı, veliler çocuklarını para getiren bir meslek sahibi yapamadıklarından dolayı, iş verenler mezunları çağın gerekleriyle donatmadıklarından dolayı eğitim sisteminden şikayetçidirler Ancak ne hikmetse kimse ciddi olarak sitemi değiştirme girişiminde bulunmamaktadır Bir öncekinin biraz daha gelişmişini sunmaktan ya da biraz daha karmaşık yapmaktan öteye, nedense bir çözüm bulan yoktur Bu da yöneticilerimizin ataletidir
Ümitsizliğe kapılmak da bir atalet habercisi olacağı için ve bizim dışımızdaki hadiseleri ve insanları değiştirme fırsatına da sahip olamayacağımıza göre, iç disiplinimizi kuvvetlendirip kendimizi iyileştirmenin çarelerine bakmalıyız Unutmayalım, biz iyi olursak herkes iyi olur *
10 Haziran 2012 Pazar
Para Tapınağı
Unutmuştu insan içindeki sonsuzluğu. Kendini kısır bir döngü
içine hapsetmişti. Mükemmel fikirleri ütopya olarak kabul edip koyunlaşma ve
makineleşmeyi gönüllü kabul etti.
Kavramları açıklamadan yaşamaya çalıştı. Bu sebeple bir sona
ulaşmadı arayışı. Arayışının bir anlamı yoktu çünkü. Çünkü ne aradığını
bilemeyecek kadar uzaktı uzay tozundan. Gözlerindeki ışık televizyon kutusuna
hapsolmuştu. Para tapınağına gelip gitti her gün. Ona ulaşamayacağı bir
zenginlik vaadedilmişti. Kölelik karşılığında elbette. Yeni çağın şekliyle
kölelik...
Bilim sadece güce hizmet etti. Paraya para kattı bilim. Güç
ise her zaman bencil bir taraflı tutum içindeydi. Dünyanın bütün parası yüz
kişiyi besledi, kimisi açlıktan ölürken uzaklarda.
Herkes bir televizyon yıldızı, bir popstar bir rockstar
olacağına inandı. Ama herkes olamazdı. Fiziki kapasite buna mümkün değildi. Bu
da demek oluyor ki, milyonlarca insan hayal kırıklığı içinde yaşayacaktı. Hiçbir
zaman olmadığı birine dönüşemediğini görüp bunu anlamayarak sadece yaşayacaktı.
Dinginliği unutmuştu insan. Huzuru para adına yitirmişti. Bütün
bu işlerde mantık hatası var! Onlar sadece daha iyi yaşamak için çalıştılar. 30
yıl kendi hayatlarını zehir ederek, 5 yıl yaşlı başlı ama huzurlu yaşamak
istediler. Haklarıydı da.
İnsan çok şey unuttu. Gökyüzünün yüzüne bulaşmayı unuttu.
Bulutların sırtında dans etmek için vakti olmadı hiç. Okyanusun sesini duymadı.
Yaprakları tanımadı. Çimenleri hissetmedi insan. Toprağa gireceğini bildi ama
toprağın kokusunu o güne kadar hiç merak etmedi. Her şeyde kendi olduğunu, her
yerde evren ışığını hissedemedi. Para tapınağında tapındı ve hayvan olarak
kaldı.
9 Haziran 2012 Cumartesi
Antikontraseptif Amca
Bugünlerde çok karışıyor muhterem!
Bizim çocuklarımızla ne yapacaksa.
Abortus kardeşler doğacak diyor. Ben diyorsam olacak. Üçer beşer, düzine düzine işçiler donatılacak Boğaz vitrinlerine. Daha çok acı çeken organizma nasıl büyük bir yük olarak kalacak bütün bu orgazma!
Trofoblastını yidiğimin! Bir iki üç TIP! Herşeyi bilemezmişmiş. Bir de hekim kesiliverdi başımıza mübarek!
Antikontraseptif amcaların ellerini öpüp bayramlıklarını alan embriyolar, Uterus Meclisinde yerlerini aldılar.
Sperm hareketinin gücü adına! Ziyan olmasın diyorlar.
Ah ne düşünceli şu Antikontraseptif amcalar!
Bizim çocuklarımızla ne yapacaksa.
Abortus kardeşler doğacak diyor. Ben diyorsam olacak. Üçer beşer, düzine düzine işçiler donatılacak Boğaz vitrinlerine. Daha çok acı çeken organizma nasıl büyük bir yük olarak kalacak bütün bu orgazma!
Trofoblastını yidiğimin! Bir iki üç TIP! Herşeyi bilemezmişmiş. Bir de hekim kesiliverdi başımıza mübarek!
Antikontraseptif amcaların ellerini öpüp bayramlıklarını alan embriyolar, Uterus Meclisinde yerlerini aldılar.
Sperm hareketinin gücü adına! Ziyan olmasın diyorlar.
Ah ne düşünceli şu Antikontraseptif amcalar!
Etiketler:
3 çocuk,
5 çocuk,
anti kontraseptif,
Antikontraseptif,
Antikontraseptif Amca,
kontraseptif
31 Mayıs 2012 Perşembe
Çelişkiler Üzerine
Çelişkiler içinde kalmaktan korkuyor musun? Neden tutarlı olman gerektiğini biliyor musun? Hayır. Çünkü tutarlı olman gerekmiyor. Kendinle çelişmeden ilerleme katedemezsin. Kendini keşfedebilmen için kendinle çelişerek, defalarca kendinle çelişerek yol alman gerekir. Kendinle çelişmekten korkma. O senin özgürlüğüne giden deneyimlerle dolu bir yoldur. O senin doğal var oluş sürecindeki doğal bir yoldur. O seni günahkar yapmaz. En büyük günah kendini aramamak ve bulmak için çaba göstermemektir.
İnsanlar kendilerini aramaktan korkarlar. Çünkü tam da böyle yaşamak güvenlidir. Çünkü fazla soru sormadan yaşamak çok daha güvenlidir. Zaten kabul gördüğü ve içinde güvende yaşadığı bir ortamı vardır. Toplumun bu kesiminin zaten bir parçasıdır ve daha fazla soru sormasına gerek olmadığını düşünür. Düşünmez. Düşünmeyi düşünmez. Sadece ondan önce düşünmüş olanların fikirlerini ezberleyip onları idrak edip akıl süzgecinden geçirmeden, onları sorgulamadan papağan gibi tekrar eder. Çünkü var oluşu bu temellere dayanır. "Ben" dediği şeyi bu temeller üzerine inşaa edilmiştir. İnşaa edilmiştir diyorum çünkü inşaasına kendisi katılmamıştır. Onu kendisi gibi yapmak isteyenler ona bu şekli vermişlerdir. Onun "ben" dediği şey bu temellerden ötesine geçemez. İçinde hazır alınmış ve artık üzerine düşünülmeden yaşanılması gereken kölelikten farksız olan bir hayat vardır. Onda hiç hayat yoktur. O başka hayatların izlerini tekrar eder. Kendisine ait birşey yapma cesareti yoktur. Sınırlarını aşma cesareti yoktur. Korkak bir hayat içinde güvenli bir şekilde yaşamayı seçer. Ben dediği şey onu hapsetmiştir. Ben dediği şeyi nasıl değiştireceğini bilmez. Ben dediği şeyi tanımlamayı bilmez. Ben değişir ama benlik zaten değişmez. Benlik evrenin ortak ruhundan aktığımız için sabittir. Herşeyin içinden çıkıp geldiği ortak kaynaktır benlik.
Korkar. Günahkar olmaktan ve cezalandırılmaktan korkar. Bu yüzden çelişmek onun düşüncesinde yetersizlik belirtisidir. Yeterli olmayı varılan bir nokta zanneder. Yeterli olmak üzerine eylemler bütün ömür boyu süren cinstendir aslında. Korkar ve riskli yaşamayaz. Bu yüzden asla kendisini bulup kendisi olamaz.
Çelişmelisin. Ruhunun aktığı yönü bulabilmen için bu doğal bir süreçtir. Çeliştiklerini pozitif deneyimler olarak kabul etmelisin. Hayat kaynağından süzülen bu enerjiyi ancak bu şekilde hissedebilirsin. Öğrenilmiş olanları ezberleyip tekrar ederek değil...
İnsanlar kendilerini aramaktan korkarlar. Çünkü tam da böyle yaşamak güvenlidir. Çünkü fazla soru sormadan yaşamak çok daha güvenlidir. Zaten kabul gördüğü ve içinde güvende yaşadığı bir ortamı vardır. Toplumun bu kesiminin zaten bir parçasıdır ve daha fazla soru sormasına gerek olmadığını düşünür. Düşünmez. Düşünmeyi düşünmez. Sadece ondan önce düşünmüş olanların fikirlerini ezberleyip onları idrak edip akıl süzgecinden geçirmeden, onları sorgulamadan papağan gibi tekrar eder. Çünkü var oluşu bu temellere dayanır. "Ben" dediği şeyi bu temeller üzerine inşaa edilmiştir. İnşaa edilmiştir diyorum çünkü inşaasına kendisi katılmamıştır. Onu kendisi gibi yapmak isteyenler ona bu şekli vermişlerdir. Onun "ben" dediği şey bu temellerden ötesine geçemez. İçinde hazır alınmış ve artık üzerine düşünülmeden yaşanılması gereken kölelikten farksız olan bir hayat vardır. Onda hiç hayat yoktur. O başka hayatların izlerini tekrar eder. Kendisine ait birşey yapma cesareti yoktur. Sınırlarını aşma cesareti yoktur. Korkak bir hayat içinde güvenli bir şekilde yaşamayı seçer. Ben dediği şey onu hapsetmiştir. Ben dediği şeyi nasıl değiştireceğini bilmez. Ben dediği şeyi tanımlamayı bilmez. Ben değişir ama benlik zaten değişmez. Benlik evrenin ortak ruhundan aktığımız için sabittir. Herşeyin içinden çıkıp geldiği ortak kaynaktır benlik.
Korkar. Günahkar olmaktan ve cezalandırılmaktan korkar. Bu yüzden çelişmek onun düşüncesinde yetersizlik belirtisidir. Yeterli olmayı varılan bir nokta zanneder. Yeterli olmak üzerine eylemler bütün ömür boyu süren cinstendir aslında. Korkar ve riskli yaşamayaz. Bu yüzden asla kendisini bulup kendisi olamaz.
Çelişmelisin. Ruhunun aktığı yönü bulabilmen için bu doğal bir süreçtir. Çeliştiklerini pozitif deneyimler olarak kabul etmelisin. Hayat kaynağından süzülen bu enerjiyi ancak bu şekilde hissedebilirsin. Öğrenilmiş olanları ezberleyip tekrar ederek değil...
Etiketler:
çelişki,
çelişki üzerine,
çelişkiler,
kendini aramak
29 Mayıs 2012 Salı
Ölüm Ötesi
Ölüm ötesi gidicegimiz mekanlar ! BOYUTLAR (Dimensions)
11. BOYUT
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.
Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.
İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.
Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.
Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?
Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler.
Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.
İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.
Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba?
Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.
Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor.
Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ulaşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz.
Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor?
Bugün 59 yaşında olan fizikçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.
Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.
Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar.
Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.
Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.
Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.
Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı.
"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.
80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi.
Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.
Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.
MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.
Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?
Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet!
Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız.
Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.
Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır.
Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.
Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor.
Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.
11. BOYUT
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.
Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.
İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.
Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.
Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?
Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler.
Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.
İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.
Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba?
Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.
Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor.
Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ulaşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz.
Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor?
Bugün 59 yaşında olan fizikçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.
Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.
Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar.
Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.
Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.
Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.
Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı.
"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.
80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi.
Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.
Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.
MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.
Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?
Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet!
Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız.
Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.
Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır.
Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.
Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor.
Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.
Zekanın Yolu
Zekanın
Yolu
Osho
Zekâ canlılıktır, kendiliğinden olur.
Açıklıktır, incinebilirliktir. Taraf tutmamaktır, herhangi bir yargıya
varmadan yaşama cesaretidir. Ve neden ona cesaret diyorum? O bir cesarettir;
çünkü bir yargıya göre hareket ettiğin zaman, o yargı seni korur, sonuçlar
sana güven duygusu verir. Onu çok iyi biliyorsun, nasıl ulaşacağını
biliyorsun, onda çok verimlisin. Yargısız hareket etmek, masumiyet içinde
hareket etmektir. Hiçbir güvence yoktur; yanlış noktaya ulaşabilir, hata
yapabilirsin.
Adına gerçek denen şeyi keşfe çıkmaya
hazır olan kişi de birçok hata yapmaya, bu riski almaya hazır olmalıdır.
Yanlış yola sapabilir, ama insan böyle doğruya ulaşır. Birçok kere yanlış
yola sapınca, insan yanlış yola sapmamayı öğrenir. Pek çok hata yaparak
insan hatanın ne olduğunu öğrenir ve nasıl yapmayacağını görür. Hatanın ne
olduğunu bilerek insan gerçeğe daha fazla yaklaşır. Bu bireysel bir
keşiftir; başkalarının vardığı sonuçlara güvenemezsin.
SEN ZİHİNSİZ OLARAK DOĞDUN. Bunun kalbinin
en derin noktasına kadar inmesine izin ver; çünkü bu sayede bir kapı açılır.
Eğer zihinsiz doğduysan, o zaman zihin sadece toplumsal bir üründür. Doğal
bir şey değil; türetilmiştir. O senin üzerine monte edilmiştir. Kalbinin
derinliklerinde hâlâ özgürsün; bundan kurtulabilirsin, insan doğanın dışına
çıkamaz; ama suni bir şeyden kararını verdiğin an kurtulursun.
Varoluş düşünceden önce gelir. O yüzden
varoluş bir zihinsel durum değil, onun ötesinde bir şeydir. Olmak, özde
olanı kavramanın yoludur; düşünmek değil. Bilim düşünmek demektir, felsefe
düşünmek demektir, Dinbilimi düşünmek demektir. Dinsellik düşünmek demek
değildir. Dinsel yaklaşım, düşünmeme yaklaşımıdır. O daha içtendir; seni
gerçekliğe daha yakın kılar. Bütün engelleri devirir, zincirleri kırar;
hayatın içine akmaya başlarsın. Kendinin dışardan bakan, ayrı bir şey
olduğunu düşünmezsin. Kendini, izleyen bir gözlemci gibi; mesafeli, soğuk
düşünmezsin. Gerçekle tanışır, kaynaşır ve bütünleşirsin.
Ve bilmenin farklı bir türü var. Buna
"bilgi" denilemez. O daha çok sevgi, daha az bilgi gibidir. O kadar içtendir
ki, "bilgi" sözcüğü onu anlatmaya yetmez. "Sevgi" sözcüğü daha
tanımlayıcıdır, daha iyi ifade eder.
İnsan bilinci tarihinde evrimleşmiş olan
ilk şey, büyüydü. Büyü, bilim ile dinin bir karışımıydı. Büyü hem zihinden,
hem de zihinsizlikten birer parça barındırıyordu. Sonra büyüden felsefe
gelişti. Sonra, felsefenin içinden ise bilim türedi. Büyü hem zihinsizlik,
hem zihindi. Felsefe sadece zihindi. Sonra zihin artı deneycilik bilim
halini aldı. Dinsellik ise bir zihinsizlik durumudur.
Dinsellik ve bilim, gerçeği bulma yolunda
iki yaklaşımdır. Bilim ikincil yollar üzerinden ulaşmaya çalışır; dinsellik
ise doğrudan gider. Bilim, dolaylı bir yaklaşım, dinsellik ise direkt bir
yaklaşımdır. Bilim, etrafında dönüp dururken, dinsellik gerçeğin kalbine ok
gibi saplanmaya çalışır.
Birkaç şey daha var. Düşünce, ancak
bilinen şeyleri düşünebilir; zaten çiğnenmiş olanı çiğner. Düşünce asla
özgün olamaz. Bilinmeyeni nasıl düşünebilirsin? Düşünmeyi başardığın her şey
bilinene ait olacaktır. Yalnızca bildiğin için düşünebilirsin. Düşünce en
iyi ihtimalle yeni kombinasyonlar yaratabilir. Gökyüzünde uçan, altından
yapılmış bir at düşünebilirsin; ama yeni bir şey yok bunda. Gökyüzünde uçan
kuşları biliyorsun, altını biliyorsun, atı biliyorsun; üçünü bir araya
getiriyorsun. Düşünce en fazla yeni kombinasyonlar düşleyebilir, ama
bilinmeyeni bilemez. Bilinmeyen onun ötesinde kalır. O yüzden düşünce döngü
içindedir; bilineni tekrar tekrar bilmeye devam eder. Çiğnenmiş olanı tekrar
tekrar çiğner. Düşünce asla özgün "değildir.
Gerçekle orijinal olarak, kökten bir
şekilde yüz yüze gelmek, gerçekle herhangi bir aracı olmadan yüzleşmek,
sanki varolan ilk insan gibi gerçeğe ulaşmak: İşte bu özgürleştirir . Onun
bu tazeliği özgürleştirir.
GERÇEK, BİR DENEYİMDİR, BİR İNANÇ DEĞİL.
Gerçek, üzerinde araştırma yapılıp bulunacak bir şey değildir; gerçekle
karşılaşmak gerekir, gerçekle yüzleşmek gerekir. Sevgiyi ders gibi çalışıp
öğrenmeye çalışan bir kişi, tıpkı Himalayaları haritadan bakarak öğrenmeye
çalışan biri gibidir. Harita dağ değildir! Eğer haritaya inanmaya başlarsan,
dağı ıskalamaya devam edeceksin. Eğer harita senin için bir saplantıya
dönüşürse, dağ gözünün önünde duruyor bile olsa onu göremeyeceksin.
Bu böyledir. Dağ senin karşında, ama
gözlerin haritalarla dolu; dağın haritaları, aynı dağın, farklı kaşifler
tarafından çizilmiş haritaları. Biri dağa kuzeyden tırmanmıştır, biri
doğudan. Hepsi farklı haritalar yapmıştır: Kuran, İncil, Gita; aynı gerçeğin
farklı haritaları. Ama sen haritalarla o kadar dolusun ki, onların ağırlığı
sırtında o kadar ağır bir yük oluşturuyor ki, bir santim bile
kımıldayamıyorsun. Tam önünde duran dağı bile göremiyorsun: Sabah güneşinde,
el değmemiş karlı zirvesi altın gibi parlıyor. Sende onu görecek gözler yok.
Önyargılı göz, kördür, varılmış sonuçlarla
dolu kalp ölüdür. Çok fazla gerçekliği sorgulanamaz varsayımı doğru kabul
ettiğin zaman zekân keskinliğini, güzelliğini, yoğunluğunu kaybetmeye
başlar; donuklaşır.
Donuk zekâya akıl denir. Senin o sözde
entelektüellerin aslında gerçekten zeki değil, sadece akıllı. Akıl bir
cesettir. Onu süsleyebilirsin, harika inciler, elmaslar, zümrütlerle
süsleyebilirsin; ama ceset hâlâ bir cesettir.
Canlı olmak ise tamamen farklı bir şeydir.
BİLİM KESİN OLMAK DEMEKTİR, olgular
konusunda kesinkes emin olmak anlamına gelir. Olgular hakkında çok kesin
olursan, o zaman gizemi hissedemezsin: Ne kadar kesin olursan, gizem o kadar
buharlaşıp yok olur. Gizemin bir miktar belirsizliğe ihtiyacı vardır;
gizemin tanımlanmamış, sınırları çizilmemiş bir şeye ihtiyacı var. Bilim
olgusaldır. Gizem olgusal değil, varoluşsaldır.
Bir olgu, varoluşun sadece bir kısmı, çok
küçük bir parçasıdır. Ve bilim parçalarla uğraşır, çünkü parçalarla uğraşmak
daha kolaydır. Daha küçük olduğu için analiz edebilirsin; onlar tarafından
ele geçirilmezsin; onları eline geçirebilirsin. Onları küçük parçalara
ayırabilirsin, onları etiketleyebilir, nitelikleri, nicelikleri ve
olanakları konusunda kesinkes emin olabilirsin. Ancak bu süreç içinde gizem
katledilir. Bilim, gizemin öldürülmesidir.
Eğer gizemi yaşamak istiyorsan başka bir
kapıdan girmen gerekir, tamamen farklı bir boyuttan. Zihinin boyutu, bilimin
boyutudur. Meditasyon boyutu ise mucizevi olanın, gizemli olanın boyutudur.
Meditasyon her şeyi tanımsız kılar.
Meditasyon seni bilinmeyenin içine, haritası çıkartılmamış yerlere götürür.
Meditasyon seni yavaş yavaş gözlemci ile gözlenenin eriyip tek olduğu
noktaya götürür. Şimdi, bilimde bu mümkün değildir. Gözlemci gözlemci olmak
zorundadır ve gözlenen, gözlenen olmalıdır; ve arada kesin tanımlanmış bir
çizgi sürekli korunmalıdır. Tek bir an bile kendini unutmamalısın; tek bir
an bile araştırmakta olduğun nesneye ilgi duymamalı, tutkuyla, eriyerek,
teslim olarak ve sevgiyle ona yaklaşmamalısın. Ondan ayrı olmak zorundasın,
çok soğuk olmak zorundasın; soğuk ve tamamen kayıtsız kalmak zorundasın. Bu
umursamazlık gizemi öldürüyor.
Eğer sahiden gizemli olanı deneyimlemek
istiyorsan, o zaman varlığında yeni bir kapı açmak zorunda kalacaksın. Sana
bilim adamlığını bırak demiyorum; sadece, bilim senin için çevresel bir
etkinlik olarak kalsın. Laboratuvarda bilim adamı ol, ama labarotuvardan
çıkınca bilimle ilgili herşeyi unut. O zaman kuşları dinle, ama bilimsel bir
yöntemle değil! Çiçeklere bak; bilimsel anlamda değil. Çünkü bir güle
bilimsel anlamda bakarsan, aslında bambaşka bir şeye bakıyor olursun. O,
şairin gördüğü gül ile aynı değildir.
Deneyim nesneye bağlı değildir. Deneyim,
onu yaşayana bağlıdır. Yaşananların niteliğine bağlıdır.
Bir çiçeğe bakarken, çiçek ol; çiçeğin
etrafında dans et, şarkı söyle. Rüzgar serin ve taze esiyor, güneş ısıtıyor
ve çiçek olgunluğunun doruklarına ulaşmış. Çiçek rüzgarda dans ediyor,
kutluyor, şarkı söylüyor, ilahiler okuyor. Ona katıl. Kayıtsızlığı,
nesnelliği, ayrı durmayı bırak. Bütün bilimsel yaklaşımlarını bırak. Biraz
daha akışkan, biraz daha erir hale gel, sınırlarını ortadan kaldır. Bırak
çiçek kalbinle konuşsun, bırak çiçek varlığına girsin. Onu davet et, o bir
konuk. Ancak o zaman gizemin tadına bakmış olursun.
Gizeme giden ilk adım budur, ve nihai
adımsa: Eğer bir an için katılımcı olursan, anahtarın ne olduğunu öğrenmiş
olur, sırrına erersin... Ondan sonra yaptığın her şeyi katılımcı olarak yap.
Yürümek, bunu mekanik olarak yapma, kendini gözlemleyerek yürüme; yürümek
ol. Dans etmek, teknikle dans etme, teknik konu dışıdır. Teknik olarak doğru
olsan bile, bütün keyfini kaçırırsın. Kendini dansın içinde erit, dansın
kendisi ol, dansçıyı tamamen unut.
Hayatının pek çok alanında bu tip derin
bütünleşmeler başına gelmeye başlayınca, çevrendeki her şey yok olmaya
başlaması gibi muhteşem deneyimlere sahip olmaya başladığında, egosuz, bir
hiç olarak... çiçek orada ve sen yoksun, gökkuşağı orada ve sen yoksun...
içindeki ve dışındaki gökyüzünde bulutlar dolaşıyor ve sen yoksun... senin
yerine mutlak bir sessizlik olduğunda içinde kimse yokken, mantık, düşünce,
duygu ve his tarafından bozulmamış, sadece saf bir sessizlik, bakir bir
sükûnet varken meditasyon anına ulaşırsın. Zihin gitmiştir ve zihin gittiği
zaman, gizem içeri girer.
17 Mayıs 2012 Perşembe
Televizyon Boktur
Dört yıldır baba parası yiyorum. Üniversite okuyorum. Kendi evim var, rahatım yerinde ve kız arkadaşım var. Biraz önce fitness'dan geldim. Gelirken fresh meyve (greyfurt) suyu, 500gram çilek ve aktivia meyveli yoğurt aldım. Birazdan duş alıp çıkacağım yine. Öğrenci evimde televizyon yok. Var aslında ama yok gibi. Yabancı dile kanallar mevcut ve hiç açmıyorum. O kadar zaman kaybı ki!
Önemli bir şey olmuşsa www.tvarsivi.com dan geriye dönüp bakabiliyorum. Zaman zaman nasıl programlar mevcut diye göz gezdirdiğimde fark ediyorum ki, televizyon boktur!
Hiçbir yararı yok. Hatta zararı var. Canlı olarak hipnoz ediliyorsunuz. Kafanıza sıçıyorlar.
Arada ailemle tv karşısına oturduğumda can sıkıntısından patlıyorum. Televizyonu patlatasım geliyor. İnsanlığı ayak üstü becermenin en kısa yolu Tv.
Küfür etmeliyim... İzleyin anasını satayım. Herkesin tuttuğu kendine ne de olsa...
Önemli bir şey olmuşsa www.tvarsivi.com dan geriye dönüp bakabiliyorum. Zaman zaman nasıl programlar mevcut diye göz gezdirdiğimde fark ediyorum ki, televizyon boktur!
Hiçbir yararı yok. Hatta zararı var. Canlı olarak hipnoz ediliyorsunuz. Kafanıza sıçıyorlar.
Arada ailemle tv karşısına oturduğumda can sıkıntısından patlıyorum. Televizyonu patlatasım geliyor. İnsanlığı ayak üstü becermenin en kısa yolu Tv.
Küfür etmeliyim... İzleyin anasını satayım. Herkesin tuttuğu kendine ne de olsa...
15 Mayıs 2012 Salı
Anlamlandırmak
Bilim insanı, kendisini bilmeyi istemedi mi hiç acaba? Bugün bunu sordum kendime. Çünkü maddeyi anlayan adam kendisini anlamazsa tehlikeli bir silaha dönüşebilir. Etrafındakilere hayatı zindan edebilir.
Eğitim sistemi dünyanın hiç bir yerinde kendisini eğitmiş adamlar yetiştirmez. Bunu biz kendimiz başarabilirsek ne ala. Eğitim sadece meslek sahibi edip pazar ekonomisi içinde köleliğimizi daim kılacak donanımlar sağlar. Karşılığında verdiği maddeler (para) ile bizi mutlu olmaya şartlar. Biz de koşa koşa bu gönüllü kölelikte yerimizi alıveririz.
Bütün hayat anlam ararız. Anlamlandırdıklarımızın arkasından koşarız. Ayrıca anlam verdiklerimiz bize hizmet etse çok iyi de olur hani. O kadar ki o ilk şarlanma olmasa gerisi boş bir dünya masalı olacaktır.
Aşk, para ve diğer hırslar hep anlam arama çabasıdır. Birşeylere kendi elimizle ve kendi özümüzden akan ışıkla anlam vermek zor gelir. Başkalarının anlam verdiklerini olduğu gibi kabul ederiz. Onlarla hayatlar oluşturur içinde yaşamaya çalışırız. Başkalarının duvarları arasında, kendimizi özgür hisseden köle ruhlarızdır. Niye diye sorduğumuz milyonlarca an vardır. Neden burdayım? Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım? Herşey neden? Anlam aramaktayız. Cevap aramaktayız. Bir sır. Ruhumuzu aydınlatacak kimsenin bilmediği bir sır. Gizli bir hazine bulsak ne kadar mutlu oluruz! Kendi sırrımızı gördüğümüzde ise en ufak bir heyecan duymadan görmezden gelip sıradan insan olmaya devam ederiz. Sıradan olmak kabul görmektir. Koyun sürüsü içinde yaşam şansı bulmaktır. Risksiz güvenli bir yaşam sürme eğilimidir. Koyundur. Koyulmuştur!
Bütün bu saçma sapan hareketlrimizde anlam ne? Hep bizde olmayan şeylerle ya da hiç olmamış şeyler vaad ederek ruhumuzun acılarını dindirmeye çalışırlar. Cennetlerde yaşamak! Kendi cennetini görmeni istemezler. Ruhundaki cenneti görmeni istemezler. Korkmanı isterler. Sadece korku.
Oysa anlam bir bütündür. Fakat mükemmel bir hayat anlam bütünlüğü gerektirmez. Bana mükemmelden ne anladığını söyle? Benim mükemmelim senin vasatın kalabilir mi? Mükemmel bir hayat sadece korku duymadan hayata karışabilen ışık gibi olabilmektir. Boşluğu doldurup onda yer kaplamayan. İçi hayat dolu...
Sonsuz. Bütün anlamların karşılandığı zaman dilimi. Ona ulaşınca bütün sorularının cevaplanacağını sanırsın. İç huzurun yok. İçin ve dışın sonderece sonlu. Korkacak bir son var senin için. Hayata akabilmeyi başaramamak acı vermekte. Şimdi gözlerini kapatıp rüyaya dalma özlemi hissedeceksin. Ayrıca söylesene, bir gece bir rüyaya dalsan ve hiç uyanmasan bana(ve kendine) onun rüya olmadığını ispatlayabilir misin?
Anlam verdiğin şeylerin olmama olasılığını düşün. Hiçbir anlamı yoksa eğer. O zaman...
Etiketler:
deneme,
deneme yamulma,
hayat üzerine,
öğreti
13 Mayıs 2012 Pazar
Daktilo
Anlatacak çok şey birikti aslında.
Antika sayılabilecek birkaç adet daktilo fotoğrafını sırayla yazılarımın yanında paylaşacağım. Özenle küphanemizin pence diplerinde durmaktalar. Fark edilmiyorlar pek aslında fakat bende küçük bir heyecan uyandırdılar. İnatla yazma hissi uyandırıyor insanda bu eski daktilolar. Bir de bakmadan bunlarda yazanları düşünüyorum. Yetişmişti o dönemlere çocukluğum. Köşe başlarında durduklarını hatırlıyorum...
Eski belediyedeki muhasebe odasındaki asil gramafonu hatırladığım gibi. Nedense gramofona yakıştırdığım sıfat budur. Asil! Müzik benim hayatımın estetik bölümünü kaplayan güzel bir uğraş. Meslek olabilecek dönemleri de olmadı değil. Org çalan bir arkadaşıma olan hayranlığım beni itti bu denize. Panayır yerlerinde Serdar Ortaç kasetleri satıyorlardı. Hakkaten ne kadar yaşlıymış o adam öyle!
Lise yıllarımda çalışıp kazandığım ilk paramı gitara verdim. Hala hizmette kusur etmeyen, birkaç kez onarılmış siyah asil bir gitar. Klasik gitarlar içinde en anlamlısı benim için. Yaşanmışlığı ve hikayesi var. Kendisiyle bestelenmiş şarkılar da cabası...
Müzik ve gitar benim için bazen kaçış bazen düzene isyan oldular. Yaratıcı yanımın verdiği keyif kelimelerle anlatılamayacak kadar cazip gelmeye başlamıştı. Bu normal olan hiçbir şeye benzemiyordu.
Sonra kendi çapımda bir şair oldum. Onun da temelleri orta okuldaki o en popüler kıza yazdığım mektuplarla başladı. Kelimeleri bu kadar güzel kullanabildiğimi fark etmemiştim o güne kadar. Pembe tokalarına sıkıştırdığı mektuplarını da geri yollardı o kız. "Bir gün birisine aşık olursan ona yaz, olur mu demişti! Yazarak anlat". Ben de öyle yaptım. Başkasına yazabilmek için onun mektuplarını ve o pembe tokalarını çocuk aklımla bir lağama attım bir gün. Sinirliydim. Bisikletimi kullandığım son gündü. Çaresizdim ve hayatın adil olmadığını düşünüyordum. Henüz 8. sınıfa giderken ne olabilirdi ki...
Bu aşk değildi elbet. Ama yazı bir aşktı. Zaman zaman aramıza ayrılıklar düşse de o beni hep bekledi. Kelimelerim benden yüz çevirselerde zaman zaman, bana sonsuzluğu sundular çoğu zaman. İfade biçimi yaşam biçimidir. Hatta hayatın kendisini yaratma biçimimizdir. İfade ettiğinden daha güzel yaşayamazsın. Ve daha güzel yaşamak için daha güzel ifade edebilmen gerekir. Öyle ki dünyada en güzel yaşamış insanlar bu yüzden çoğunlukla şairlerdir. Onlar hayatın sırrına vakıftırlar.
Ve iç hastalıkları çalıştığım bir vakit karşıma çıkan yağmurlu bir daktilo. Yağmurlu çünkü hafızamda öyle kalmışlar. Bir koşuşturmaca hatırlıyorum fırtınalı ve yağmurlu bir günde. Çabucak belgeleri yağmur altında koşuşturarak o daktiloda yazan köşedeki adama vermeliyiz. O hemen doldurmalı ki yukarıya yetişebilelim yeniden. Küçük bir çocuktum bu anlara şahit olurken. O yüzden hep yağmurludur daktilolar benim için. Aynı zamanda serttirler. Yazarken çıkardıkları o sert sesler, onlarla sadece ciddi şeyler yazılabileceği izlenimi yaratır insanda...
Uyumalıyım. İçimde sonlu bir heyecan daktiloya dair. Oysa evimizde olmamıştı hiç. Çünkü ben küçükken bilgisayarım vardı, henüz kimsede yokken. Şanslı bir çocuktum. Daktiloya gerek yoktu. Belediyenin muhasebe odasındaki bilgisayarda - ki o zamanlar sadece Ms Dos sistemi vardı- araba oyunu oynardım. Ayrıca Cat ya da Cats diye bir oyun daha. Daktilo da oyun oynanmazdı ki hiç...
Ona yüklediğim anlamlar, onu benim için başka bir madde yaptılar. Hayatın geneli için geçerli bu kuralı fark edebilmek ne güzel! Çünkü ben ne düşündüysem o madde tamda odur. Çünkü zihnim sadece uyaranlar tarfından gerçeklik kazanır ve çünkü sadece fark ettiğim kadar var herşey.
Antika sayılabilecek birkaç adet daktilo fotoğrafını sırayla yazılarımın yanında paylaşacağım. Özenle küphanemizin pence diplerinde durmaktalar. Fark edilmiyorlar pek aslında fakat bende küçük bir heyecan uyandırdılar. İnatla yazma hissi uyandırıyor insanda bu eski daktilolar. Bir de bakmadan bunlarda yazanları düşünüyorum. Yetişmişti o dönemlere çocukluğum. Köşe başlarında durduklarını hatırlıyorum...
Eski belediyedeki muhasebe odasındaki asil gramafonu hatırladığım gibi. Nedense gramofona yakıştırdığım sıfat budur. Asil! Müzik benim hayatımın estetik bölümünü kaplayan güzel bir uğraş. Meslek olabilecek dönemleri de olmadı değil. Org çalan bir arkadaşıma olan hayranlığım beni itti bu denize. Panayır yerlerinde Serdar Ortaç kasetleri satıyorlardı. Hakkaten ne kadar yaşlıymış o adam öyle!
Lise yıllarımda çalışıp kazandığım ilk paramı gitara verdim. Hala hizmette kusur etmeyen, birkaç kez onarılmış siyah asil bir gitar. Klasik gitarlar içinde en anlamlısı benim için. Yaşanmışlığı ve hikayesi var. Kendisiyle bestelenmiş şarkılar da cabası...
Müzik ve gitar benim için bazen kaçış bazen düzene isyan oldular. Yaratıcı yanımın verdiği keyif kelimelerle anlatılamayacak kadar cazip gelmeye başlamıştı. Bu normal olan hiçbir şeye benzemiyordu.
Sonra kendi çapımda bir şair oldum. Onun da temelleri orta okuldaki o en popüler kıza yazdığım mektuplarla başladı. Kelimeleri bu kadar güzel kullanabildiğimi fark etmemiştim o güne kadar. Pembe tokalarına sıkıştırdığı mektuplarını da geri yollardı o kız. "Bir gün birisine aşık olursan ona yaz, olur mu demişti! Yazarak anlat". Ben de öyle yaptım. Başkasına yazabilmek için onun mektuplarını ve o pembe tokalarını çocuk aklımla bir lağama attım bir gün. Sinirliydim. Bisikletimi kullandığım son gündü. Çaresizdim ve hayatın adil olmadığını düşünüyordum. Henüz 8. sınıfa giderken ne olabilirdi ki...
Bu aşk değildi elbet. Ama yazı bir aşktı. Zaman zaman aramıza ayrılıklar düşse de o beni hep bekledi. Kelimelerim benden yüz çevirselerde zaman zaman, bana sonsuzluğu sundular çoğu zaman. İfade biçimi yaşam biçimidir. Hatta hayatın kendisini yaratma biçimimizdir. İfade ettiğinden daha güzel yaşayamazsın. Ve daha güzel yaşamak için daha güzel ifade edebilmen gerekir. Öyle ki dünyada en güzel yaşamış insanlar bu yüzden çoğunlukla şairlerdir. Onlar hayatın sırrına vakıftırlar.
Ve iç hastalıkları çalıştığım bir vakit karşıma çıkan yağmurlu bir daktilo. Yağmurlu çünkü hafızamda öyle kalmışlar. Bir koşuşturmaca hatırlıyorum fırtınalı ve yağmurlu bir günde. Çabucak belgeleri yağmur altında koşuşturarak o daktiloda yazan köşedeki adama vermeliyiz. O hemen doldurmalı ki yukarıya yetişebilelim yeniden. Küçük bir çocuktum bu anlara şahit olurken. O yüzden hep yağmurludur daktilolar benim için. Aynı zamanda serttirler. Yazarken çıkardıkları o sert sesler, onlarla sadece ciddi şeyler yazılabileceği izlenimi yaratır insanda...
Uyumalıyım. İçimde sonlu bir heyecan daktiloya dair. Oysa evimizde olmamıştı hiç. Çünkü ben küçükken bilgisayarım vardı, henüz kimsede yokken. Şanslı bir çocuktum. Daktiloya gerek yoktu. Belediyenin muhasebe odasındaki bilgisayarda - ki o zamanlar sadece Ms Dos sistemi vardı- araba oyunu oynardım. Ayrıca Cat ya da Cats diye bir oyun daha. Daktilo da oyun oynanmazdı ki hiç...
Ona yüklediğim anlamlar, onu benim için başka bir madde yaptılar. Hayatın geneli için geçerli bu kuralı fark edebilmek ne güzel! Çünkü ben ne düşündüysem o madde tamda odur. Çünkü zihnim sadece uyaranlar tarfından gerçeklik kazanır ve çünkü sadece fark ettiğim kadar var herşey.
30 Nisan 2012 Pazartesi
Nisan
düşünden
yazlıkları çıkardığın bir ilkbahar
aşk gelip kapına dayanacak
dudakların kan içinde
sevişmekten...
ve
zaman zamansızca duracak
akılını
kara kalemle yediğin bir sabah
dışarısı nisan gibi kokacak
şiir ettiğin bütün mısraların
sonsuz ettiğin kadınları anlatacak...
yazlıkları çıkardığın bir ilkbahar
aşk gelip kapına dayanacak
dudakların kan içinde
sevişmekten...
ve
zaman zamansızca duracak
akılını
kara kalemle yediğin bir sabah
dışarısı nisan gibi kokacak
şiir ettiğin bütün mısraların
sonsuz ettiğin kadınları anlatacak...
26 Nisan 2012 Perşembe
Şair
Şair; kelimeleri ile resim çizen adamdır. Cümle ressamıdır şüphesiz. Bilge olmadan önce şair olunur. Ama her şair bilge olamaz...
Şiir; resimlerle konuşma biçimidir. ( Kelimelerin çizdiği tablolarla. )
Bu insanın konuşmayı öğrenmeden önce öğrendiği konuşma biçimidir. Evrenle ilk konuşma biçimi fotoğraflar ve görüntüler üzerinden olmuştur. Bu yüzden şair sadece kelimelerin ruhundan anlayan değil, evrenin ışık tadındaki dilinden anlayan adamdır aynı zamanda. O normal birinin göremediğini görür baktığı yerde. Belki de daha güzel görür demek gerekir. Aynı şeye bakıp başka bir derinlik görür. Çünkü zihni baktığı maddeye baktığı manzaraya dönüşür şairin. Şair evrenle bütünleşme deneyimi yaşar bu sayede. Şiir yazmak bu yüzden her şair için sır dolu bir ayindir.
Şiir; resimlerle konuşma biçimidir. ( Kelimelerin çizdiği tablolarla. )
Bu insanın konuşmayı öğrenmeden önce öğrendiği konuşma biçimidir. Evrenle ilk konuşma biçimi fotoğraflar ve görüntüler üzerinden olmuştur. Bu yüzden şair sadece kelimelerin ruhundan anlayan değil, evrenin ışık tadındaki dilinden anlayan adamdır aynı zamanda. O normal birinin göremediğini görür baktığı yerde. Belki de daha güzel görür demek gerekir. Aynı şeye bakıp başka bir derinlik görür. Çünkü zihni baktığı maddeye baktığı manzaraya dönüşür şairin. Şair evrenle bütünleşme deneyimi yaşar bu sayede. Şiir yazmak bu yüzden her şair için sır dolu bir ayindir.
Şair aynı zamanda zihin fotoğrafçılığıda yapar. Olmayan, hiç olmamış hiç görülmemiş bir şeyi tasfirleri ile var eder. Yaratıcılığını hisseder. Sonsuz ışık ırmağında yüzer kelimeleri. Bir tanrısallık hisseder şiirde. İtiraf edemez... Ayrıca hiç söyleyemediği gizli bir egosu vardır. Nazikçe şiir olmanın gizemli egosu....
Gerçek şair sadece kafiyelerle konuşan demek değildir. O kafiyeli kelimeleri alt alta yazmadanda kafiyeli konuşabilen adamdır. Evrenin güzel melodisini ve asimetrik var oluşları da görebilmiştir şair. Sınır yoktur. Varsa orda şiir yoktur.
Şairlik hiç bir zaman meslek olamaz. O sadece bir ifade biçimidir. Ekmeğini şiirden çıkarması sadece yan ürün olarak görülebilir. Yaratıcı adamı bu dünyanın fizik kuralları içindeki var oluşun tatmin etmediğini söylemek hiç yanlış olmaz. Çünkü onun gizli egosu sırlara açılan kapılardan girip, kimsenin görmediği vadiler görüp kimsenin söylemediği şarkılar söylemek ister. Bu küçük bir meditasyon şeklidir. Yazdıkça zihin boşalır. Boş bir zihin huzura ermek için son derece elverişlidir. Boşlukta asılı kalan şair ruhunun orgazmını hissedip gerçekçiliğe döner. Şair isyankar bir dünyalıdır.
Şair bilge değildir çünkü çoğu zaman korkar. Korktuğu için yazar ve mısraların gücünü kendi gücü gibi algılar. Bütün korkuların temelinde ölüm korkusu olduğunu var sayacak olursak şair ölümden korkan bir kelime sihirbazıdır. Önce kendisini telkin eder kelimelerle. Sonra belki seni hedef almış olabilir.
28 Şubat 2012 Salı
Aşk ve Türevleri
bir şeyler olmuştu içimi dışıma saçan
birkaç kıtada söylenen
eski bir şarkı nakaratıydım...
seslerde çoğul bir kalabalık yakaladım
es'lerde tekil bir yalnızlık...
kimseye söylemedim
eski bir şarkı kaldığımı.
unutulduğumu satır aralarında
yaşlı bir şairin, hiç bilmediler.
ben hatırlatmadım..
güzel bir ilk bahar sabahı
gözlerimi açıp, aydınlığa atladım.
kafiyesiz kalmış aç bir şairdi ruhum
cümleleri bir türlü kuramadım
mana yüklediğim hayatın her anı
felsefelerimde somutlaştılarsa da
aşkı ve türevlerini bir türlü anlamadım
hiçbir şiirle anlatamadım...
b.varol
21 Şubat 2012 Salı
Takvim Arkası Şiirleri - 1
tarih; garip bir şubat
yabancı bir ülkenin soğuğu yanaklarımda
kıpkırmızı bakıyorum güneşin bizi terk ettiği yöne
içim buruk biraz harap
yaşarken büyüyorum senin uzaklarında...
mevsim; ilkbahara özenti bir kış
tiyatrodan çıkıyorlar koşarak
sessizce şiir söyler gibi yalancı bir dilde
insanlar
yabancı bir dilde kendileri olmayı hiç bilmiyorlar.
amaç; mutluluğu çözümlemek
bütün deneyimlerin ertesinde
harmanlayarak gerçekleri pembe düşlere
çekip gitmek kendi kendimize...
şiir olmaya çalışmak sonsuzluk harmonisinde
tanrısal bir kafiye arayışında
aşk sanmak bazen nefreti bile...
amaç sadece yürümek bir amaç peşinde..
gözlerimizde binlerce heyecanın iziyle
yaşanıyor işte, inadına gibi...
b.varol
17 Şubat 2012 Cuma
16 Şubat 2012 Perşembe
Depresif Depreşimler
Önce fonda şu yorumlamaya çalıştığım şarkıyı açalım.
artikaffetmemseni by user206086
Yorgunum.
Kırgın olabilecek kadar şımarmaya hakkım yok hayata ama yorgunum biraz. Geceleri bedenimi yatağa yatırdığımda, zihnim uykuya dalmamak için büyük bir çaba sarf ediyor. Uzak bir kentte başka bir hayat düşlüyorum. Yakın bir kent de olurdu...
Kalın perdeleri ardında yaşıyorum bir öğrenci evinin. Geçici bir hayat gibi... Şimdilik böyle işte her şey ve bir gün çok daha iyi olacak umudu ile. Her şeye rağmen bizi yaşatan da bu zaten.
Ama kendi hayatımı yaratmaya çalışırken, bütün değişkenleri ile başka hayatlar içinde büründüğüm ya da bürünmeye mecbur bırakıldığım bu kılık kıyafet ruhumu tatmin etmiyor. Bedenim asla tatmin olmaz bu hayat formunda, bunun bilincindeyim. Bunun imkanı yok fakat ruhum tatmin olabilir. En azından bunu başarabilirim... Ama gel gör ki, başka bir hayatın içinde başkalarının kafa ağrısında ruhuma acı çektirmekteyim.
Başka bir kent çözemez bu sorunu. Soyutlanmak bir nebze çözebilir fakat kendimle yaşayabilsem de insanın insana olan ihtiyacının gerçekçiliği içinde büyüdüm. Aile bağlarım ve az da olsa iyi dostluklarım var. Soğuk görünen zor ısınan felsefenin içine sıçmış bir adamım. Bilmek beni hiç özgürleştirmedi oysa...
Her şeyi kendimizi özgür kılmak için yaparken bu hayatta, her eylemimizle kendimizi nasıl başka şeylere bağımlı kılmışız gördükçe hayret ediyorum. Ruhlarımızın asıl acı dolu kaynağı bu işte... Evrenle bütünleşememenin verdiği acı. İnsanların fotoğrafın tümünü görememeleri yüzünden eksi yüklü enerjileri birbirlerine aktarmaları sonucu oluşan negatif dünyada pozitif kalmaya çalışan ruhumu ölene kadar sevmeye çalışıyorum. Başarabilirim. Bütün deneyimler zaten bizim için değil mi? Bütün deneyimleri alıgılayış şeklimiz tümüyle öğrenilmiş düşünce kalıplarından yola çıkarak meydana gelmediler mi?
İyi ve kötü içinde, her nefeste sona yaklaşırken ki sonsuzluk özlemimiz bizi anlamlandırmaya çalışıyor. Bu yüzden bütün acılar katlanılır kılınıyor. Ve bu yüzden hala güzel bir dünyaya inancımız var, her ne kadar aradığımız şey dünya dışı güzel bir boyut olsa da.
Ve bütün diğer ruhlar sonsuzu kucaklamak için bu doğal döngü içinde iyiye ve kötüye bulaştılar. Sadece o kadar az bilip o kadar az anladılar ki kendilerini. Bu yüzden kendileri dışında aradıkları şeyler hiç onların olamadı....
11 Şubat 2012 Cumartesi
Halil Sezai Olmak ya da Olmamak
Bütün mesele bu.
Hadi mübalağa sanatı yaptım biraz kabul... Yine de meselenin büyük kısmı bu! Öncelikle yazının geri kalanına devam etmeden önce şu videoya tıklayalım.
Hadi mübalağa sanatı yaptım biraz kabul... Yine de meselenin büyük kısmı bu! Öncelikle yazının geri kalanına devam etmeden önce şu videoya tıklayalım.
Bu akşam, bir süreliğine Halil Sezai oldum. Pek aramız yoktu aslında ve Sezayi mi yoksa Sezai mi diye de google'den bakıverdim. Demem o ki; bu akşam Halil Sezai ile empati yaptım bir süre. Şarkısını açtım ve onun ruh haline girdim ya da izin verdim o benim ruh halimin içine sıçsın diye. Yaklaşık bir aydır üst ve alt komşum gecenin geç saatlerine kadar bu şarkıları dinlemekteler. Yüksek ses ve ful isyan! Hatta 'isyeaaeann'...
Hep merak etmiştim nasıl bir şeydir bu ruh hali içinde olmak. Kendi ağzıma sıçtım tabi şarkısını sonuna kadar dinlemeye karar vererek. Şarkısını açtım işte videoda da görüldüğü üzre... Ben aynı zamanda İncir Reçeli filmini izleyip ağlamamış kitleye dahil oluyorum. Çok b*ktan bulduğumu söylemek isterim. Bir konuda itirazım var. Tabi bütün bu muhabbete Çağan Irmak dahil değildir, bunu da belirtmeliyim. Onun filmleri dışında son zamanlarda piyasaya çıkmış Türk romantik, dokunaklı filmler sadece duygusal tarafımızdan yararlanıp köşeyi dönme derdinde. Böyle düşünüyordum. Aslında hala büyük oranda böyle düşünüyorum. İncir Reçeli fena tabi . Olaya başka açıdan bakmış. Bakın bir de böyleleri var, bir de onları fark edelim, onlarda aramızda yaşıyorlar ve amanda ne kadar üzüntülüler diye vurgu yapılmış. Ben sağlık okuyan bir üniversite öğrencisi olarak bu vurguyu beğendiysem de, yine de insanların duygularını kullanıp dibine kadar ticari bir film olduğunu ve sanatla ilgisi olmadığını düşünmüştüm. Taa ki Halil Sezai'yi aynı filmdeki rolünde, gerçek hayatta da görene kadar. Meğersem adam gerçekmiş ulan dedim bir an! Yoksa film gerçek mi! Ya kadın değilde adam aidsse!! Ya o yüzden bu kadar üzgünse bu adam. Aman Tanrım!! Hayal dünyam çok geniştir arkadaşlar :D
Ben en büyük acıları Emre Aydın çekmiştir diye düşünürken, acı çekmekte rakip olacak biri karşımıza çıkıverdi. Yeni tabirle sound güzel olabilir ya da alışılmış dışı olabilir ama verdiği mesajları pek sevmiyorum.
Çünkü insanın şunu fark etmesi gerekir. Biz duygularımız ve düşüncelerimiz üzerinde mutlak bir egemenlik kurabiliriz ve acı çekmeye mahkummuşuz gibi mesajlar veren şarkıları seçerek zihnimize işkence etmiş oluruz. Ama, ama tam da benim düşüncelerimi dile getirmiş mi diyeceksiniz? O zaman düşüncelerinizi değiştirmeniz gerekiyor çünkü hayat her an akıp geçmekte. Siz niçin oturup üzülerek hayata karşı böyle bir şımarıklık yapıyorsunuz ki! Bu hakkı kendinizde nasıl görebiliyorsunuz? Biz farkında olmadan acının ve acıtmanın felsefesini büyütmüş bir toplum olsak da tersini de aynı yetenekte yapabilecekken neden bu olumsuza doğru koşumuz! İnanın buna çok canım sıkılıyor. Dinledim şarkıya da canım sıkıldı. Epey mahvetti, ağzıma etti... Ama yine de gerek yok ulan işte! İsyeannn...
Buradan sevgili komşularıma da sesleniyorum. Tamam sevişiyorsunuz mecbur dinliyoruz seslerinizi, bir şey demiyoruz. Ama sabaha kadar Halil Sezai neden ulan? Sevişirken ya da seviştikten önce ya da seviştikten sonra bu mu dinlenir. Yapmayın, etmeyin, gözünüzü seveyim. İki dirhem uyusak iyi 'olacağıdııı'...
Hep merak etmiştim nasıl bir şeydir bu ruh hali içinde olmak. Kendi ağzıma sıçtım tabi şarkısını sonuna kadar dinlemeye karar vererek. Şarkısını açtım işte videoda da görüldüğü üzre... Ben aynı zamanda İncir Reçeli filmini izleyip ağlamamış kitleye dahil oluyorum. Çok b*ktan bulduğumu söylemek isterim. Bir konuda itirazım var. Tabi bütün bu muhabbete Çağan Irmak dahil değildir, bunu da belirtmeliyim. Onun filmleri dışında son zamanlarda piyasaya çıkmış Türk romantik, dokunaklı filmler sadece duygusal tarafımızdan yararlanıp köşeyi dönme derdinde. Böyle düşünüyordum. Aslında hala büyük oranda böyle düşünüyorum. İncir Reçeli fena tabi . Olaya başka açıdan bakmış. Bakın bir de böyleleri var, bir de onları fark edelim, onlarda aramızda yaşıyorlar ve amanda ne kadar üzüntülüler diye vurgu yapılmış. Ben sağlık okuyan bir üniversite öğrencisi olarak bu vurguyu beğendiysem de, yine de insanların duygularını kullanıp dibine kadar ticari bir film olduğunu ve sanatla ilgisi olmadığını düşünmüştüm. Taa ki Halil Sezai'yi aynı filmdeki rolünde, gerçek hayatta da görene kadar. Meğersem adam gerçekmiş ulan dedim bir an! Yoksa film gerçek mi! Ya kadın değilde adam aidsse!! Ya o yüzden bu kadar üzgünse bu adam. Aman Tanrım!! Hayal dünyam çok geniştir arkadaşlar :D
Ben en büyük acıları Emre Aydın çekmiştir diye düşünürken, acı çekmekte rakip olacak biri karşımıza çıkıverdi. Yeni tabirle sound güzel olabilir ya da alışılmış dışı olabilir ama verdiği mesajları pek sevmiyorum.
Çünkü insanın şunu fark etmesi gerekir. Biz duygularımız ve düşüncelerimiz üzerinde mutlak bir egemenlik kurabiliriz ve acı çekmeye mahkummuşuz gibi mesajlar veren şarkıları seçerek zihnimize işkence etmiş oluruz. Ama, ama tam da benim düşüncelerimi dile getirmiş mi diyeceksiniz? O zaman düşüncelerinizi değiştirmeniz gerekiyor çünkü hayat her an akıp geçmekte. Siz niçin oturup üzülerek hayata karşı böyle bir şımarıklık yapıyorsunuz ki! Bu hakkı kendinizde nasıl görebiliyorsunuz? Biz farkında olmadan acının ve acıtmanın felsefesini büyütmüş bir toplum olsak da tersini de aynı yetenekte yapabilecekken neden bu olumsuza doğru koşumuz! İnanın buna çok canım sıkılıyor. Dinledim şarkıya da canım sıkıldı. Epey mahvetti, ağzıma etti... Ama yine de gerek yok ulan işte! İsyeannn...
Buradan sevgili komşularıma da sesleniyorum. Tamam sevişiyorsunuz mecbur dinliyoruz seslerinizi, bir şey demiyoruz. Ama sabaha kadar Halil Sezai neden ulan? Sevişirken ya da seviştikten önce ya da seviştikten sonra bu mu dinlenir. Yapmayın, etmeyin, gözünüzü seveyim. İki dirhem uyusak iyi 'olacağıdııı'...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)