feslefik depreşim

21 Ağustos 2012 Salı

Renk.

Yavaş! Yavaş biraz. Kafamın üzerindeki çizgi film ürünü yıldızcıklar kaybolalı bir dakika oluyordu. Gözlerim şimdi daha sakin olan bir orman parkına bakıyorlardı. Tam bir saat gecikmiştim ve heryer anababa günü gibiydi. Kızmadım. Ellerinde koltuk değnekleri ile hastalar şifa bulmak için ve genellikle yaşlılar sabahları çıkıyorlardı buraya. Altmışlı yaşlarında adamlar sabahın altısında denize giriyorlardı. Ne özenilesi diye düşündüm. Gençler yok denecek kadar azdı. Biri de bendim.

Bir hışın yataktan kalkıp alelacele çıkıyordum evden. Doğanın içine dalmaya sabırsızlanıyordum. Hem orada herkes gülümsüyordu. Renkler daha ahenkliydiler. Etrafta çok az kuş, çok fazla kuş sesi vardı. Ağaçların arasında çeşmelerden buz gibi su akıyordu. Bisikletlilier, koşanlar ve yürüyenler...

Nefes alışıma odaklanıyordum. Nefes aralıklarına, o sessizliğe odaklanıyordum. Orada dert ve tasadan hiçbir iz yoktu. Sadece var olmaktaydım. Bir ağaç gibi, bir çiçek gibi ve bir kuş gibi. Onlar sadece var oluyolardı ve bizim gibi zihin illüziyonları yoktu. Sadece mükemmeldiler. Sararan yapraklar da mükemmeldi. Onlar ölümün, o hayat kreşendosunun kusursuz yüzleriydiler. Binlerce ansiklopedilik ders verircesine tek bir eylemle, oylece sararmaktaydılar.

Ve yaşlılar sanki az kaldı dercesine, inatla her sabah altıda uyanıp bu deniz kıyısındaki yemyeşil orman parkına koşuyorlardı. Buz gibi denize giriyorlardı. Ben de öyle yaptım. Henüz yaşlı olmasam da... Ve gençler bunları nasıl ıskalayabilirler diye hayretler ettim sonra. Yazık.

Denize girmek; önce buz gibi bir farklı dünyaya adım atıp sonra orada kendini özgür hissetmek gibi. Sanki evrenin sıvı hacmiyle bütün oluyordu bedenim. Dünyayı kaplayan bütün muhteşem sıvı hacim vücudumun etrafında dairler çizerek, aslında "görüyor musun bak sen de bizdensin" der gibiydiler. Gözlerimi kısıp başımı gökyüzüne kaldırdım. Tanrıyı içimde hissederek yüzdüm sadece. Plajın fonu yeşil bir manzara ile kaplıydı. Muhteşem, sadece muhteşemdi.

Sonra o banklara oturdum. Doğanın melodisini dinlemek için eylemsizce oturdum sadece. Birşey düşünmedim, çünkü zihnim heran beni korkularına, endişelerine, planlarına ya da geçmişine çekmeye hazırdı.  Ona aldırmadım. O an, zihnim yoktu sadece var olmanın derin büyüsünü yaşadım. Ve zihnimin ardından asıl farkında olanı gördüm. Tanrıyı. Onu sürekli kitaplarda, kurallarda, ibadetlerde ve dualarda aratmışlardı oysa bize. Şu dünyada, dünya masallarına inanan milyarlarca ayakta uyuyan, farkındasız insan yaşamaktaydı...

Bu orman parkındaki yaşlılar da belkide herşeyin kendilerine verdilğini zannettiler. Yaşamın mesela. Ama şimdi bedenlerinin yavaşça soyulup gitmesi, aslında hiçbirşeylerinin olmadığını görmelerini sağladı... Yaşam verilemez ya da alınamazdı. Çünkü yaşam sonsuz bir ışık gibidir. Sadece formlar değiştirerek akar...

Ölmeden önce ölürsen, işte o zaman ölümün bir son olmadığını ve yaşamın sonsuz akışını fark edebilirsin.

Gözlerimi açtım. Renkler hiç bu kadar parlak olmamışlardı. Doğruldum ve eve doğru yol aldım. Yaşamam gereken koca birgün beni bekliyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder