feslefik depreşim

31 Mayıs 2012 Perşembe

Çelişkiler Üzerine

Çelişkiler içinde kalmaktan korkuyor musun? Neden tutarlı olman gerektiğini biliyor musun? Hayır. Çünkü tutarlı olman gerekmiyor. Kendinle çelişmeden ilerleme katedemezsin. Kendini keşfedebilmen için kendinle çelişerek, defalarca kendinle çelişerek yol alman gerekir. Kendinle çelişmekten korkma. O senin özgürlüğüne giden deneyimlerle dolu bir yoldur. O senin doğal var oluş sürecindeki doğal bir yoldur. O seni günahkar yapmaz. En büyük günah kendini aramamak ve bulmak için çaba göstermemektir.

İnsanlar kendilerini aramaktan korkarlar. Çünkü tam da böyle yaşamak güvenlidir. Çünkü fazla soru sormadan yaşamak çok daha güvenlidir. Zaten kabul gördüğü ve içinde güvende yaşadığı bir ortamı vardır. Toplumun bu kesiminin zaten bir parçasıdır ve daha fazla soru sormasına gerek olmadığını düşünür. Düşünmez. Düşünmeyi düşünmez. Sadece ondan önce düşünmüş olanların fikirlerini ezberleyip onları idrak edip akıl süzgecinden geçirmeden, onları sorgulamadan papağan gibi tekrar eder. Çünkü var oluşu bu temellere dayanır. "Ben" dediği şeyi bu temeller üzerine inşaa edilmiştir. İnşaa edilmiştir diyorum çünkü inşaasına kendisi katılmamıştır. Onu kendisi gibi yapmak isteyenler ona bu şekli vermişlerdir. Onun "ben" dediği şey bu temellerden ötesine geçemez. İçinde hazır alınmış ve artık üzerine düşünülmeden yaşanılması gereken kölelikten farksız olan bir hayat vardır. Onda hiç hayat yoktur. O başka hayatların izlerini tekrar eder. Kendisine ait birşey yapma cesareti yoktur. Sınırlarını aşma cesareti yoktur. Korkak bir hayat içinde güvenli bir şekilde yaşamayı seçer. Ben dediği şey onu hapsetmiştir. Ben dediği şeyi nasıl değiştireceğini bilmez. Ben dediği şeyi tanımlamayı bilmez. Ben değişir ama benlik zaten değişmez. Benlik evrenin ortak ruhundan aktığımız için sabittir. Herşeyin içinden çıkıp geldiği ortak kaynaktır benlik.

Korkar. Günahkar olmaktan ve cezalandırılmaktan korkar. Bu yüzden çelişmek onun düşüncesinde yetersizlik belirtisidir. Yeterli olmayı varılan bir nokta zanneder. Yeterli olmak üzerine eylemler bütün ömür boyu süren cinstendir aslında. Korkar ve riskli yaşamayaz. Bu yüzden asla kendisini bulup kendisi olamaz.

Çelişmelisin. Ruhunun aktığı yönü bulabilmen için bu doğal bir süreçtir. Çeliştiklerini pozitif deneyimler olarak kabul etmelisin. Hayat kaynağından süzülen bu enerjiyi ancak bu şekilde hissedebilirsin. Öğrenilmiş olanları ezberleyip tekrar ederek değil...

29 Mayıs 2012 Salı

Ölüm Ötesi

Ölüm ötesi gidicegimiz mekanlar ! BOYUTLAR (Dimensions)

11. BOYUT

Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.

Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.

İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.

Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.

Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?

Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler.

Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.

İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.
Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir neden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba?
Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.

Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor.

Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ulaşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz.
Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor?
Bugün 59 yaşında olan fizikçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.
Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.
Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar.

Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.

Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.

Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.

Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı.

"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.
80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi.

Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.
Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.

MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.

Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?
Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet!

Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız.
Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.

Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır.
Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.

Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor.
Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.

Zekanın Yolu

Zekanın Yolu
Osho
Zekâ canlılıktır, kendiliğinden olur. Açıklıktır, incinebilirliktir. Taraf tutmamaktır, herhangi bir yargıya varmadan yaşama cesaretidir. Ve neden ona cesaret diyorum? O bir cesarettir; çünkü bir yargıya göre hareket ettiğin zaman, o yargı seni korur, sonuçlar sana güven duygusu verir. Onu çok iyi biliyorsun, nasıl ulaşacağını biliyorsun, onda çok verimlisin. Yargısız hareket etmek, masumiyet içinde hareket etmektir. Hiçbir güvence yoktur; yanlış noktaya ulaşabilir, hata yapabilirsin.
Adına gerçek denen şeyi keşfe çıkmaya hazır olan kişi de birçok hata yapmaya, bu riski almaya hazır olmalıdır. Yanlış yola sapabilir, ama insan böyle doğruya ulaşır. Birçok kere yanlış yola sapınca, insan yanlış yola sapmamayı öğrenir. Pek çok hata yaparak insan hatanın ne olduğunu öğrenir ve nasıl yapmayacağını görür. Hatanın ne olduğunu bilerek insan gerçeğe daha fazla yaklaşır. Bu bireysel bir keşiftir; başkalarının vardığı sonuçlara güvenemezsin.


SEN ZİHİNSİZ OLARAK DOĞDUN. Bunun kalbinin en derin noktasına kadar inmesine izin ver; çünkü bu sayede bir kapı açılır. Eğer zihinsiz doğduysan, o zaman zihin sadece toplumsal bir üründür. Doğal bir şey değil; türetilmiştir. O senin üzerine monte edilmiştir. Kalbinin derinliklerinde hâlâ özgürsün; bundan kurtulabilirsin, insan doğanın dışına çıkamaz; ama suni bir şeyden kararını verdiğin an kurtulursun.
Varoluş düşünceden önce gelir. O yüzden varoluş bir zihinsel durum değil, onun ötesinde bir şeydir. Olmak, özde olanı kavramanın yoludur; düşünmek değil. Bilim düşünmek demektir, felsefe düşünmek demektir, Dinbilimi düşünmek demektir. Dinsellik düşünmek demek değildir. Dinsel yaklaşım, düşünmeme yaklaşımıdır. O daha içtendir; seni gerçekliğe daha yakın kılar. Bütün engelleri devirir, zincirleri kırar; hayatın içine akmaya başlarsın. Kendinin dışardan bakan, ayrı bir şey olduğunu düşünmezsin. Kendini, izleyen bir gözlemci gibi; mesafeli, soğuk düşünmezsin. Gerçekle tanışır, kaynaşır ve bütünleşirsin.
Ve bilmenin farklı bir türü var. Buna "bilgi" denilemez. O daha çok sevgi, daha az bilgi gibidir. O kadar içtendir ki, "bilgi" sözcüğü onu anlatmaya yetmez. "Sevgi" sözcüğü daha tanımlayıcıdır, daha iyi ifade eder.
İnsan bilinci tarihinde evrimleşmiş olan ilk şey, büyüydü. Büyü, bilim ile dinin bir karışımıydı. Büyü hem zihinden, hem de zihinsizlikten birer parça barındırıyordu. Sonra büyüden felsefe gelişti. Sonra, felsefenin içinden ise bilim türedi. Büyü hem zihinsizlik, hem zihindi. Felsefe sadece zihindi. Sonra zihin artı deneycilik bilim halini aldı. Dinsellik ise bir zihinsizlik durumudur.
Dinsellik ve bilim, gerçeği bulma yolunda iki yaklaşımdır. Bilim ikincil yollar üzerinden ulaşmaya çalışır; dinsellik ise doğrudan gider. Bilim, dolaylı bir yaklaşım, dinsellik ise direkt bir yaklaşımdır. Bilim, etrafında dönüp dururken, dinsellik gerçeğin kalbine ok gibi saplanmaya çalışır.
Birkaç şey daha var. Düşünce, ancak bilinen şeyleri düşünebilir; zaten çiğnenmiş olanı çiğner. Düşünce asla özgün olamaz. Bilinmeyeni nasıl düşünebilirsin? Düşünmeyi başardığın her şey bilinene ait olacaktır. Yalnızca bildiğin için düşünebilirsin. Düşünce en iyi ihtimalle yeni kombinasyonlar yaratabilir. Gökyüzünde uçan, altından yapılmış bir at düşünebilirsin; ama yeni bir şey yok bunda. Gökyüzünde uçan kuşları biliyorsun, altını biliyorsun, atı biliyorsun; üçünü bir araya getiriyorsun. Düşünce en fazla yeni kombinasyonlar düşleyebilir, ama bilinmeyeni bilemez. Bilinmeyen onun ötesinde kalır. O yüzden düşünce döngü içindedir; bilineni tekrar tekrar bilmeye devam eder. Çiğnenmiş olanı tekrar tekrar çiğner. Düşünce asla özgün "değildir.
Gerçekle orijinal olarak, kökten bir şekilde yüz yüze gelmek, gerçekle herhangi bir aracı olmadan yüzleşmek, sanki varolan ilk insan gibi gerçeğe ulaşmak: İşte bu özgürleştirir . Onun bu tazeliği özgürleştirir.
GERÇEK, BİR DENEYİMDİR, BİR İNANÇ DEĞİL. Gerçek, üzerinde araştırma yapılıp bulunacak bir şey değildir; gerçekle karşılaşmak gerekir, gerçekle yüzleşmek gerekir. Sevgiyi ders gibi çalışıp öğrenmeye çalışan bir kişi, tıpkı Himalayaları haritadan bakarak öğrenmeye çalışan biri gibidir. Harita dağ değildir! Eğer haritaya inanmaya başlarsan, dağı ıskalamaya devam edeceksin. Eğer harita senin için bir saplantıya dönüşürse, dağ gözünün önünde duruyor bile olsa onu göremeyeceksin.
Bu böyledir. Dağ senin karşında, ama gözlerin haritalarla dolu; dağın haritaları, aynı dağın, farklı kaşifler tarafından çizilmiş haritaları. Biri dağa kuzeyden tırmanmıştır, biri doğudan. Hepsi farklı haritalar yapmıştır: Kuran, İncil, Gita; aynı gerçeğin farklı haritaları. Ama sen haritalarla o kadar dolusun ki, onların ağırlığı sırtında o kadar ağır bir yük oluşturuyor ki, bir santim bile kımıldayamıyorsun. Tam önünde duran dağı bile göremiyorsun: Sabah güneşinde, el değmemiş karlı zirvesi altın gibi parlıyor. Sende onu görecek gözler yok.
Önyargılı göz, kördür, varılmış sonuçlarla dolu kalp ölüdür. Çok fazla gerçekliği sorgulanamaz varsayımı doğru kabul ettiğin zaman zekân keskinliğini, güzelliğini, yoğunluğunu kaybetmeye başlar; donuklaşır.
Donuk zekâya akıl denir. Senin o sözde entelektüellerin aslında gerçekten zeki değil, sadece akıllı. Akıl bir cesettir. Onu süsleyebilirsin, harika inciler, elmaslar, zümrütlerle süsleyebilirsin; ama ceset hâlâ bir cesettir.
Canlı olmak ise tamamen farklı bir şeydir.
BİLİM KESİN OLMAK DEMEKTİR, olgular konusunda kesinkes emin olmak anlamına gelir. Olgular hakkında çok kesin olursan, o zaman gizemi hissedemezsin: Ne kadar kesin olursan, gizem o kadar buharlaşıp yok olur. Gizemin bir miktar belirsizliğe ihtiyacı vardır; gizemin tanımlanmamış, sınırları çizilmemiş bir şeye ihtiyacı var. Bilim olgusaldır. Gizem olgusal değil, varoluşsaldır.
Bir olgu, varoluşun sadece bir kısmı, çok küçük bir parçasıdır. Ve bilim parçalarla uğraşır, çünkü parçalarla uğraşmak daha kolaydır. Daha küçük olduğu için analiz edebilirsin; onlar tarafından ele geçirilmezsin; onları eline geçirebilirsin. Onları küçük parçalara ayırabilirsin, onları etiketleyebilir, nitelikleri, nicelikleri ve olanakları konusunda kesinkes emin olabilirsin. Ancak bu süreç içinde gizem katledilir. Bilim, gizemin öldürülmesidir.
Eğer gizemi yaşamak istiyorsan başka bir kapıdan girmen gerekir, tamamen farklı bir boyuttan. Zihinin boyutu, bilimin boyutudur. Meditasyon boyutu ise mucizevi olanın, gizemli olanın boyutudur.
Meditasyon her şeyi tanımsız kılar. Meditasyon seni bilinmeyenin içine, haritası çıkartılmamış yerlere götürür. Meditasyon seni yavaş yavaş gözlemci ile gözlenenin eriyip tek olduğu noktaya götürür. Şimdi, bilimde bu mümkün değildir. Gözlemci gözlemci olmak zorundadır ve gözlenen, gözlenen olmalıdır; ve arada kesin tanımlanmış bir çizgi sürekli korunmalıdır. Tek bir an bile kendini unutmamalısın; tek bir an bile araştırmakta olduğun nesneye ilgi duymamalı, tutkuyla, eriyerek, teslim olarak ve sevgiyle ona yaklaşmamalısın. Ondan ayrı olmak zorundasın, çok soğuk olmak zorundasın; soğuk ve tamamen kayıtsız kalmak zorundasın. Bu umursamazlık gizemi öldürüyor.
Eğer sahiden gizemli olanı deneyimlemek istiyorsan, o zaman varlığında yeni bir kapı açmak zorunda kalacaksın. Sana bilim adamlığını bırak demiyorum; sadece, bilim senin için çevresel bir etkinlik olarak kalsın. Laboratuvarda bilim adamı ol, ama labarotuvardan çıkınca bilimle ilgili herşeyi unut. O zaman kuşları dinle, ama bilimsel bir yöntemle değil! Çiçeklere bak; bilimsel anlamda değil. Çünkü bir güle bilimsel anlamda bakarsan, aslında bambaşka bir şeye bakıyor olursun. O, şairin gördüğü gül ile aynı değildir.
Deneyim nesneye bağlı değildir. Deneyim, onu yaşayana bağlıdır. Yaşananların niteliğine bağlıdır.
Bir çiçeğe bakarken, çiçek ol; çiçeğin etrafında dans et, şarkı söyle. Rüzgar serin ve taze esiyor, güneş ısıtıyor ve çiçek olgunluğunun doruklarına ulaşmış. Çiçek rüzgarda dans ediyor, kutluyor, şarkı söylüyor, ilahiler okuyor. Ona katıl. Kayıtsızlığı, nesnelliği, ayrı durmayı bırak. Bütün bilimsel yaklaşımlarını bırak. Biraz daha akışkan, biraz daha erir hale gel, sınırlarını ortadan kaldır. Bırak çiçek kalbinle konuşsun, bırak çiçek varlığına girsin. Onu davet et, o bir konuk. Ancak o zaman gizemin tadına bakmış olursun.
Gizeme giden ilk adım budur, ve nihai adımsa: Eğer bir an için katılımcı olursan, anahtarın ne olduğunu öğrenmiş olur, sırrına erersin... Ondan sonra yaptığın her şeyi katılımcı olarak yap. Yürümek, bunu mekanik olarak yapma, kendini gözlemleyerek yürüme; yürümek ol. Dans etmek, teknikle dans etme, teknik konu dışıdır. Teknik olarak doğru olsan bile, bütün keyfini kaçırırsın. Kendini dansın içinde erit, dansın kendisi ol, dansçıyı tamamen unut.
Hayatının pek çok alanında bu tip derin bütünleşmeler başına gelmeye başlayınca, çevrendeki her şey yok olmaya başlaması gibi muhteşem deneyimlere sahip olmaya başladığında, egosuz, bir hiç olarak... çiçek orada ve sen yoksun, gökkuşağı orada ve sen yoksun... içindeki ve dışındaki gökyüzünde bulutlar dolaşıyor ve sen yoksun... senin yerine mutlak bir sessizlik olduğunda içinde kimse yokken, mantık, düşünce, duygu ve his tarafından bozulmamış, sadece saf bir sessizlik, bakir bir sükûnet varken meditasyon anına ulaşırsın. Zihin gitmiştir ve zihin gittiği zaman, gizem içeri girer.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Televizyon Boktur

Dört yıldır baba parası yiyorum. Üniversite okuyorum. Kendi evim var, rahatım yerinde ve kız arkadaşım var. Biraz önce fitness'dan geldim. Gelirken fresh meyve (greyfurt) suyu, 500gram çilek ve aktivia meyveli yoğurt aldım. Birazdan duş alıp çıkacağım yine. Öğrenci evimde televizyon yok. Var aslında ama yok gibi. Yabancı dile kanallar mevcut ve hiç açmıyorum. O kadar zaman kaybı ki!

Önemli bir şey olmuşsa www.tvarsivi.com dan geriye dönüp bakabiliyorum. Zaman zaman nasıl programlar mevcut diye göz gezdirdiğimde fark ediyorum ki, televizyon boktur!

Hiçbir yararı yok. Hatta zararı var. Canlı olarak hipnoz ediliyorsunuz. Kafanıza sıçıyorlar.

Arada ailemle tv karşısına oturduğumda can sıkıntısından patlıyorum. Televizyonu patlatasım geliyor. İnsanlığı ayak üstü becermenin en kısa yolu Tv.

Küfür etmeliyim... İzleyin anasını satayım. Herkesin tuttuğu kendine ne de olsa...

15 Mayıs 2012 Salı

Anlamlandırmak


Bilim insanı, kendisini bilmeyi istemedi mi hiç acaba? Bugün bunu sordum kendime. Çünkü maddeyi anlayan adam kendisini anlamazsa tehlikeli bir silaha dönüşebilir. Etrafındakilere hayatı zindan edebilir.

Eğitim sistemi dünyanın hiç bir yerinde kendisini eğitmiş adamlar yetiştirmez. Bunu biz kendimiz başarabilirsek ne ala. Eğitim sadece meslek sahibi edip pazar ekonomisi içinde köleliğimizi daim kılacak donanımlar sağlar. Karşılığında verdiği maddeler (para) ile bizi mutlu olmaya şartlar. Biz de koşa koşa bu gönüllü kölelikte yerimizi alıveririz.

Bütün hayat anlam ararız. Anlamlandırdıklarımızın arkasından koşarız. Ayrıca anlam verdiklerimiz bize hizmet etse çok iyi de olur hani. O kadar ki o ilk şarlanma olmasa gerisi boş bir dünya masalı olacaktır.

Aşk, para ve diğer hırslar hep anlam arama çabasıdır. Birşeylere kendi elimizle ve kendi özümüzden akan ışıkla anlam vermek zor gelir. Başkalarının anlam verdiklerini olduğu gibi kabul ederiz. Onlarla hayatlar oluşturur içinde yaşamaya çalışırız. Başkalarının duvarları arasında, kendimizi özgür hisseden köle ruhlarızdır. Niye diye sorduğumuz milyonlarca an vardır. Neden burdayım? Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım? Herşey neden? Anlam aramaktayız. Cevap aramaktayız. Bir sır. Ruhumuzu aydınlatacak kimsenin bilmediği bir sır. Gizli bir hazine bulsak ne kadar mutlu oluruz! Kendi sırrımızı gördüğümüzde ise en ufak bir heyecan duymadan görmezden gelip sıradan insan olmaya devam ederiz. Sıradan olmak kabul görmektir. Koyun sürüsü içinde yaşam şansı bulmaktır. Risksiz güvenli bir yaşam sürme eğilimidir. Koyundur. Koyulmuştur!

Bütün bu saçma sapan hareketlrimizde anlam ne? Hep bizde olmayan şeylerle ya da hiç olmamış şeyler vaad ederek ruhumuzun acılarını dindirmeye çalışırlar. Cennetlerde yaşamak! Kendi cennetini görmeni istemezler. Ruhundaki cenneti görmeni istemezler. Korkmanı isterler. Sadece korku.

Oysa anlam bir bütündür. Fakat mükemmel bir hayat anlam bütünlüğü gerektirmez. Bana mükemmelden ne anladığını söyle? Benim mükemmelim senin vasatın kalabilir mi? Mükemmel bir hayat sadece korku duymadan hayata karışabilen ışık gibi olabilmektir. Boşluğu doldurup onda yer kaplamayan. İçi hayat dolu...

Sonsuz. Bütün anlamların karşılandığı zaman dilimi. Ona ulaşınca bütün sorularının cevaplanacağını sanırsın. İç huzurun yok. İçin ve dışın sonderece sonlu. Korkacak bir son var senin için. Hayata akabilmeyi başaramamak acı vermekte. Şimdi gözlerini kapatıp rüyaya dalma özlemi hissedeceksin. Ayrıca söylesene, bir gece bir rüyaya dalsan ve hiç uyanmasan bana(ve kendine) onun rüya olmadığını ispatlayabilir misin?

Anlam verdiğin şeylerin olmama olasılığını düşün. Hiçbir anlamı yoksa eğer. O zaman...


13 Mayıs 2012 Pazar

Daktilo

Anlatacak çok şey birikti aslında.



Antika sayılabilecek birkaç adet daktilo fotoğrafını sırayla yazılarımın yanında paylaşacağım. Özenle küphanemizin pence diplerinde durmaktalar. Fark edilmiyorlar pek aslında fakat bende küçük bir heyecan uyandırdılar. İnatla yazma hissi uyandırıyor insanda bu eski daktilolar. Bir de bakmadan bunlarda yazanları düşünüyorum. Yetişmişti o dönemlere çocukluğum. Köşe başlarında durduklarını hatırlıyorum...






Eski belediyedeki muhasebe odasındaki asil gramafonu hatırladığım gibi. Nedense gramofona yakıştırdığım sıfat budur. Asil! Müzik benim hayatımın estetik bölümünü kaplayan güzel bir uğraş. Meslek olabilecek dönemleri de olmadı değil. Org çalan bir arkadaşıma olan hayranlığım beni itti bu denize. Panayır yerlerinde Serdar Ortaç kasetleri satıyorlardı. Hakkaten ne kadar yaşlıymış o adam öyle!

Lise yıllarımda çalışıp kazandığım ilk paramı gitara verdim. Hala hizmette kusur etmeyen, birkaç kez onarılmış siyah asil bir gitar. Klasik gitarlar içinde en anlamlısı benim için. Yaşanmışlığı ve hikayesi var. Kendisiyle bestelenmiş şarkılar da cabası...





Müzik ve gitar benim için bazen kaçış bazen düzene isyan oldular. Yaratıcı yanımın verdiği keyif kelimelerle anlatılamayacak kadar cazip gelmeye başlamıştı. Bu normal olan hiçbir şeye benzemiyordu.

Sonra kendi çapımda bir şair oldum. Onun da temelleri orta okuldaki o en popüler kıza yazdığım mektuplarla başladı. Kelimeleri bu kadar güzel kullanabildiğimi fark etmemiştim o güne kadar. Pembe tokalarına sıkıştırdığı mektuplarını da geri yollardı o kız. "Bir gün birisine aşık olursan ona yaz, olur mu demişti! Yazarak anlat". Ben de öyle yaptım. Başkasına yazabilmek için onun mektuplarını ve o pembe tokalarını çocuk aklımla bir lağama attım bir gün. Sinirliydim. Bisikletimi kullandığım son gündü. Çaresizdim ve hayatın adil olmadığını düşünüyordum. Henüz 8. sınıfa giderken ne olabilirdi ki...

Bu aşk değildi elbet. Ama yazı bir aşktı. Zaman zaman aramıza ayrılıklar düşse de o beni hep bekledi. Kelimelerim benden yüz çevirselerde zaman zaman, bana sonsuzluğu sundular çoğu zaman. İfade biçimi yaşam biçimidir. Hatta hayatın kendisini yaratma biçimimizdir. İfade ettiğinden daha güzel yaşayamazsın. Ve daha güzel yaşamak için daha güzel ifade edebilmen gerekir. Öyle ki dünyada en güzel yaşamış insanlar bu yüzden çoğunlukla şairlerdir. Onlar hayatın sırrına vakıftırlar.




Ve iç hastalıkları çalıştığım bir vakit karşıma çıkan yağmurlu bir daktilo. Yağmurlu çünkü hafızamda öyle kalmışlar. Bir koşuşturmaca hatırlıyorum fırtınalı ve yağmurlu bir günde. Çabucak belgeleri yağmur altında koşuşturarak o daktiloda yazan köşedeki adama vermeliyiz. O hemen doldurmalı ki yukarıya yetişebilelim yeniden. Küçük bir çocuktum bu anlara şahit olurken. O yüzden hep yağmurludur daktilolar benim için. Aynı zamanda serttirler. Yazarken çıkardıkları o sert sesler, onlarla sadece ciddi şeyler yazılabileceği izlenimi yaratır insanda...

Uyumalıyım. İçimde sonlu bir heyecan daktiloya dair. Oysa evimizde olmamıştı hiç. Çünkü ben küçükken bilgisayarım vardı, henüz kimsede yokken. Şanslı bir çocuktum. Daktiloya gerek yoktu. Belediyenin muhasebe odasındaki bilgisayarda - ki o zamanlar sadece Ms Dos sistemi vardı- araba oyunu oynardım. Ayrıca Cat ya da Cats diye bir oyun daha. Daktilo da oyun oynanmazdı ki hiç...

Ona yüklediğim anlamlar, onu benim için başka bir madde yaptılar. Hayatın geneli için geçerli bu kuralı fark edebilmek ne güzel! Çünkü ben ne düşündüysem o madde tamda odur. Çünkü zihnim sadece uyaranlar tarfından gerçeklik kazanır ve çünkü sadece fark ettiğim kadar var herşey.